Can Gürses’in “Ölüyordum Geçerken Uğradım” romanı acıdan yaşama gücü bulan bir aşk hikâyesini anlatıyor. 1932 Ekim ayının 10 gününde geçen roman, okuru yüzyıllık bir memleket yolculuğuna çıkarıyor
Modalı genç yazar Can Gürses’in son romanı “Ölüyordum Geçerken Uğradım” kurgusuyla, ruhuyla, diliyle dikkat çekiyor. Gürses ile kitap vesilesiyle söyleştik...
Ölüyordum Geçerken Uğradım’da 1 günde 10 yıl yaşanıyor. Bu kurguya nasıl karar verdiniz? Bir taraftan da “Kelimenin ömrü dünya ile sınırlıdır” diyorsunuz ama dünyayı aşarak eşsiz bir kurgu yaratmışsınız...
Önce anlatacağım “şey”e karar veririm. Kimisi buna konu der, kimisi özne, kimisi mesele. O “şey” tıpkı bir çiçek gibi nereye ekilmesi, nasıl filizlenmesi, sulanması gerektiğini size kendisi söyler. Doğasına uygun olarak “bakarsınız” ona. Fakat işin içine sizin doğanız da karışınca işler değişir, güzelleşir, biricikleşir. Çiçeği hem olması gereken ihtimamla hem de size doğru gelen yolla büyütürsünüz. Çoğunlukla bir önsezidir, içsel bir bilgidir ve elbette yaşanmışlıktır size o çiçeği nasıl “açacağınızı” bildiren. Benzetmeyi çiçek üzerinden yapmamın sebebi, roman sanatının fevkalade bir incelik ve titizlik gerektirmesi. Suyunu bir miktar fazla kaçırırsanız çiçek ölür, az tutarsanız kurur, gene ölür. Yazar, üslubunu el yordamıyla bulur, doğrudur, fakat yazarın eline ayar veren zamandır, hayattır, edebiyattır. Yazarın devraldığı edebi mirası müthiş bir bahçe olarak düşünelim. Önceki yazarların yarattığı muazzam güzellikteki farklı farklı çiçeğin huyunu mevsim mevsim izleyerek onları tanımaya başlarsanız ve eğer edebiyatın, hayatın, insanın dilinden anlıyorsanız bugüne dek hiç görülmemiş çiçekler açmasını sağlarsınız o toprakta. Anlayacağınız, üslup sürekli gelişen, değişen, oluşan bir şeydir ve onu belirleyense hem anlatılacak konu, hem aynı konunun daha evvelce anlatılış biçimleri hem de onun size nasıl göründüğüdür.
Aşk da İstanbul da defalarca edebiyata konu olmuştur. Bu anlatılardan sardunyalar, karanfiller, güller açmıştır. Benim görevim aynı konuyu, konunun gerektirdiği miktarda güneşle, suyla, incelikle ve fakat kendi dilimde, kendi gözümle, kendi elimle, kendi ruhumla büyütmek, can vermek, anlatmaktır. Aşk-zaman-şehir arasındaki ilişkiyi anlamaya ve anlatmaya çalıştığım Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da aşkın akıl almaz değişmezliğini, şehrin akıl almaz değişkenliğiyle el ele anlatabilmek için zamanla oyunlar oynadım. Edebiyat, tüm zamanları birarada anlatabileceğiniz eşsiz verimde bir topraktır. Başka hiçbir sanat dalının izin vermediği bir ayrıcalıktır bu. Bir cümlede yıllar geçer. İnanırsınız. İşin daha da güzel yanı, aynı kitap aslında geçen zamanın yalnızca birkaç saat olduğunu söylediğinde yine inanırsınız. Eğer bir roman size göz alıcı bir çiçek sunuyorsa, o romanın tüm sözlerine inanır, tüm oyunlarına katılırsınız. Ve birden, bir günde on yılın geçmesi size yaşadığınız günün zaman akışından daha hakiki geliverir. Çünkü edebiyat, gerçeği -hiç de gerçekçi bir üslup takınmazken bile- gerçekten anlatmaktır.
“HER FELAKET İNSANIN ESERİ”
Roman aynı zamanda politik bir anlatı. Memleket gündemi Mahur ve Nafiz’in peşini de bırakmıyor, hatta merkezinde. Bunu nasıl yorumlarsınız?
Böyle bir dünyada her şey politiktir. Aşk da insan da hayat da. Ve dünya, doğasına aykırı bir şekilde döndükçe her şey daha da politikleşiyor. Meydana gelen hemen hiçbir olay doğal sebeplerle gerçekleşmiyor. Her felaket insanın eseri. Dünyanın, iyiliğin, insanlığın yavaş yavaş yok oluşu insanın doymak bilmez güç hırsından, bencilliğinden ve kendi varlığını aşan korkularından kaynaklanıyor. Hayatlarımızı kuşatan karanlık büyüyor. Romandaki zaman oyunu sayesinde on günde Türkiye’nin yüzyılını belirleyen siyasi/hayati olayları okuruma hatırlatırken karakterlerimin bu olaylara verdikleri yahut vermedikleri tepkiler üzerinden kişiliklerini, kimliklerini ve birbirleriyle kurdukları ilişkileri çizdim.
İçinde yaşadığımız topluma nasıl katıldığımız ya da nasıl içinde ama dışında kaldığımız bizi biz yapıyor. Bununla da kalmayıp, dünyamızı da belirliyor. Bizim durduğumuz yer, olduğumuz kişi ve yaptığımız şey, bizi etkileyen sistemi etkiliyor. Etrafınızı tamamen karanlık sardığında ya gözlerinizi kapatır, karanlığın bir parçasına dönüşürsünüz ya da gözlerinizi açar, sizin gibilerle elele, göz göze verip ışık olursunuz.
Nafiz’in dili çok eski. Zorlandınız mı Nafiz karakterini konuştururken?
Eski ama eskimeyen eserleri okuma müptelalığım sebebiyle eski sözcüklere hâlihazırda aşinaydım. Fakat kitaplarda yazarın kendi dili (de) söz konusu olduğu için eski sözcüklerimi pekiştirmek, çoğaltmak ve böylece Nafizce konuşabilmek için kitaplardan ziyade çokça eski gazete ve dergi okudum.
“ACIDAN GÜÇ BULAN BİR AŞK”
Mahur ile Nafiz’in aşkı nasıl bir aşk?
Mahur ile Nafiz’in aşkı, acıdan yaşama gücü bulan bir aşk.
Kitap biraz da “karanlık”. Bu karanlığı değerlendirir misiniz?
İnsan ruhunu anlatıp da karanlık olmamak ne mümkün! Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da iki âşıktan çok iki insanı anlattım. Onların aşkı nasıl yaşadıkları yahut yaşamadıkları üzerinden onları tanımaya ve tanıtmaya çalıştım. Meselem bir aşk hikayesi anlatmaktan çok, aşk hikayelerindeki halleri, tavırları, tutumları üzerinden iki insanı anlamak ve insan olmanın halleri, tavırları, tutumlarına varmaktı. Âşık olduğumuz insan üzerinden kendimizi tanırız. Aşk üzerinden varolmayı tadarız. İnsanlığımızı ve dünyayla ilişkimizi aşkla ilişkimiz üzerinden ölçebileceğimize inanıyorum. Bu ilişkiyi irdelediğim romanımda yalnızca (birbirine âşık) iki anlatıcı olmasının sebebi tamamen onların ruhlarıyla başbaşa kalmak ihtiyacını duymam. Zira aşkta ben ‘o’ olur, ‘o’ ise ben; ben’i ‘o’ yapanı da ancak ‘o’ ile o’na dönüşen ben anlatabilir. İnsan ruhu, dünya üzerindeki hem en büyük aydınlık hem de en büyük karanlık. Âşık bir ruh –ister evinde olsun, ister sokakta- kör edici bir ışık saçar ve çoğunlukla kendi ışığından körleşip karanlığa gömülür.
“KADIKÖY KENDİNE MÜNHASIR BİR ÜLKE”
Kitapta İstanbul, Beyoğlu ve Kadıköy önemli yer tutuyor. Sizin için bu mekânların önemi nedir?
Romanın merkezinde Mahur’un hayat bilip çıktığı Beyoğlu ile Nafiz’in hayat bilip kapandığı evinin yer aldığı Teşvikiye olduğu için Kadıköy, dediğiniz gibi öykünün dışında kalıyor. Mahur için de Nafiz için de Kadıköy, sanki İstanbul bile olmayan bir yer. Mahur, Mahir sayesinde tanıştığı Kadıköy için “Dünyaya barış gelmiş gibi bir yerdi Kadıköy” der. Bence de Kadıköy barış ve umut dolu bir semt. Semtten ziyade kendine münhasır bir ülke. Bu duygumun peşinden 26 yılımı Teşvikiye ve Beyoğlu’nda geçirdikten sonra Kadıköy’e taşındım. Fakat romanlarımın merkezinde hep Beyoğlu yer aldı çünkü barış gelmesini istediğim yer, barışı getireceğimiz yer Beyoğlu. Beyoğlu, İstanbul’un kalbi, kalbimin İstanbul’u. Ancak söz konusu yaşamak olunca huzuru, doğayı, barışı seçtim. Kadıköy’ün her dem asi ve özgür olan havasının bir parçası olmak benim için çok doğaldı. Kadıköy benim yuvam oldu çünkü buradaki hayatımı ben kurdum. Ancak benim evim her zaman Beyoğlu ve Teşvikiye olacak çünkü ben oralarda ben oldum.
Romana dönecek olursak, Mahur için kaçma ihtiyacı öyle karşı konulmazlaşıyor ki Kadıköy bile yakın kalıyor Nafiz’in kendisini mahkum ettiği ve kendisiyle birlikte Mahur’u da mahkum etmek istediği evine. Böylece Mahir’le birlikte adada yaşamaya başlıyor. Ada, İstanbul’dan gidip İstanbul’da kalabileceğiniz tek yer. Mahur’un bu kararında, romanda 2020’lerin sonunda şehrin yaşanmaz hâle gelişinin de etkisi hayati. Gelin görün ki yine de gidemiyor. Gidemediği hem İstanbul hem Nafiz. Bir şehirden gitmek, (en az) bir insandan gitmektir. Gidemiyorsanız, o şehri o şehir yapan hatıralarınızı paylaştığınız insanlar yüzündendir. Hiç kimse kalmamışsa bile ölüleriniz bırakmaz sizi. Rüştü Onur’un o güzelim şiirinde dediği gibi: “Ve aziz şehrim/ Şu anda seni terk etmem için/ Her şey tamam./ Gemi hazır, yelken fora./ Fakat neden/ Ölülerim bırakmıyor yakamdan.”