Buradan 3 bin kilometre uzakta bir kadının ev içinde sürdürdüğü bir hayat bizim evlerimizde sürdürdüğümüz hayatla ne kadar benzeyebilir? Fransa’da doğup büyümüş bir insanın, Fransa’da doğup büyümüş annesi bizim annemize ya da bize ne kadar benzeyebilir? Moda Sahnesi’nin bu sezon sahnelediği “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”, bu soruya güçlü bir yanıt veriyor. Édouard Louis’nin annesi Monique’in dönüşümünü anlattığı metni, bir Fransız kadının hikâyesi olmaktan çıkıp sınıfın, yoksulluğun, görünmeyen emeğin ve aile içi şiddetin evrensel yüzünü açığa çıkarıyor. İki saat süren oyun Fransa’nın kenar mahallelerinde değil, bizim mutfaklarımızda, bizim sofralarımızda, evimizde, annelerimizin hayatlarında dolaşıyor.
Kemal Aydoğan’ın yönettiği ve Onur Ünsal’ın tek kişilik bir performansla hayat verdiği sezonun en güçlü yapımlarından olan oyun annemize, çocukluğumuza ve sınıfsal hafızamıza denk düşen bir yüzleşme alanı.
Ünsal ve Aydoğan ile metnin evrenselliğini, ev içi emeğin görünürlüğünü ve Türkiye’de bugün bu oyunu sahnelemenin politik anlamını konuştuk.
Kemal Aydoğan: Onur’un Édouard Louis’yle yaşadığı bir anektod bunu çok iyi açıklar.
Onur Ünsal: Louis’yi havaalanından aldığımızda ona “Açıkçası seni oynamak fikrini hiç istemiyorum. Sanki Shakespeare’den Hamlet oynasam daha mantıklıymış gibi geliyor. Senin otobiyografini, sana benziyormuş gibi oynamak tuhaf tınlıyor.” demiştim. Louis’nin cevabı çok önemliydi: “Benim hikâyem benden çıktı artık.” Kendini bir platform olarak gördüğünü, insanların bu hikâyelerin üstüne basarak kendi hikâyelerini anlattıklarını söyledi. Hikâyeyi “benim hikâyem” diye sahiplenmek yerine, “bunu anlatanın hikâyesi” olarak görmek onu rahatlatıyormuş. Çünkü artık mesele “benim başıma gelen” değil, o hikâyenin başka bedenlerde ve sınıflarda yeniden üretilmesi.
ANLATILAN KİMİN HİKÂYESİ?
Onur Ünsal: Sahnede ben varım. Moda’da oturan Onur olarak, Louis’nin anlattığı anneyi sahneye taşıyorum. Onu taklit etmiyorum, illüzyon yaratmaya çalışmıyorum. Bizim tiyatro anlayışımızda sahnedekini yok edip yerine “başka biri olmak” gibi bir iddia yok. Ben, Louis’nin hikâyesini kendi bedenimden geçirerek anlatıyorum. Yani üçlü bir damar var: Louis, annesi ve ben.
Kemal Aydoğan: Biz vaazdan da arabeskten de kaçıyoruz, çünkü ikisi de seyirciyi aptal yerine koymak demektir. Biz öğreten bir yer değiliz. Problemi kendi üzerimizde deneyimliyoruz. Louis’nin kıymeti tam da burada: duyguyu da o duygunun denk düştüğü politik–sosyolojik bilgiyi de açığa çıkarıyor. Seyirci “Bu kavganın sınıfla, utançla, nefretle ilişkisi ne?” diye sormaya başlıyor. Fark etmek ilk aşama, değiştirmek ikinci. Yani önce fark edelim, sonra neyi değiştirmemiz gerektiğini bilelim, sonra da onu değiştirelim.
“YOKSULLUĞUN FOTOĞRAFI BİRBİRİNE BENZİYOR”
Onur Ünsal: Evet, çok tanıdık. O ütü, o leğendeki sular, aynı leğende yıkanıyor olmaları, masanın örtüsü, duvar kağıdı, yerdeki muşamba... Bunlar birbirine çok benziyor. Galiba yoksulluğun fotoğrafı birbirine benziyor.
Kemal Aydoğan: “Bir Fransız yoksulunun evi, bizim eve benzemiyordur” diye savundum. Oysa bizim evden daha küçüktü ve bir o kadar tanıdıktı.
Onur Ünsal: Hareket silsilesi de aynı. Şu tarif sizin için de geçerli değil mi? Akşam yemeğinin sonlarına doğru kadın ortadan buharlaşıyor. Erkekler masada devam ediyor. Kadın bulaşığa ya da başka bir şeye gidiyor. Bu hareket dizisi burjuva evlerde bile aynı.
Kemal Aydoğan: Bu, bir “kadın sınıfının” varlığını gösteriyor.
Onur Ünsal: Louis, kendi zalimliğini bile sosyolojisinin içinde anlatıyor. “Annemle konuşurken babam gibi davrandım” diyor. Bu, aslında patriyarkanın izi.
Kemal Aydoğan: Ben annemle ilişkimde susarak aynı şiddeti yaşattım. Ben kenar mahalleden üniversiteye gidip solcu olduğumda, dilimle onları ezmeye çalıştım. Yaşadıkları her şeyin çirkin, kötü, eski, muhafazakâr olduğuna dair çok net bir fikrim vardı. Birebir aynı duygulardı. Hakikaten 3 bin kilometre uzaktaki bir evle bizim ev neredeyse aynı şeyleri yaşamış. Bu bize kapitalizmin, sınıfın nasıl donmuş bir yapı olduğunu gösteriyor.
Onur Ünsal: Édouard bu hikâyeyi “Ben kendi hasarlı gerçekliğimden yazıyorum” diyor. Bence kıymetli olan, anneyi annenin oynaması değil, anneyi oğlun bakış açısından oynaması.
Kemal Abi ilk başta “Ev içi emeğin görünür olmasını istiyorum” dedi. Kameraları sahneye sokup yakın çekimler yapmamızın nedeni de buydu. Her gün yapılan bir işi —bir leğende yıkanmak, bulaşık yıkamak, yufka açmak— belgesel estetiğiyle görünür kılmak istedik. Bu vahşi yaşam belgeseli değil; ev içi gerçeklik.
Kemal Aydoğan: Edebiyatın ve sanatın yaptığı şey tam olarak bu: Yaşarken fark etmeden geçtiğimiz şeyleri göstermek. Sanat bir mercek görevi görüyor. Evin içinde olup biteni atlayıp sonra “anneliği” soyut bir yere yüceltmek istemedik. Çünkü kadının yaptığı şey “yeniden üretim” değil; doğrudan üretim. Eğer bu emeğin karşılığı ödenseydi, maliyeti karşılanamazdı.
Evin içindeki emek görünmeden, o yorgunluk anlaşılmadan hiçbir şey değişmez. Kadının yaptığı işin “zaten olması gereken”, “kadın işi” gibi görünmesine kapılmamak gerekiyor. Hepimizin aklının değişmesi lazım. Kadın bunu yaparken ne gerçekleşiyor? Biz erkekler, onu ev içinde hapsederek aslında neyi satın alıyoruz? Ev temizliği, yaşlı bakımı, çocuk bakımı, seks… Bunların hepsi görünmez emek. Bunların görülmesini istedik.
Onur Ünsal: Erkek ev işi yapmıyor değil; yapıyor ama keyfi yapıyor. Yani isteme zamanına bağlı. Bir şey çakılacaksa “dur, ben yapayım” diyorsun; çünkü o zaten bir eğlence. Ama mesele her gün yapılması gereken işlerde. Kıymalı makarna yaparım, yaparım ama önemli olan onu her gün yapmak. Hastayken, üzgünken, yorgunken de yapmak. Ev içi emeği zorlaştıran tam da bu süreklilik.
“KADIN SORUNU DİYE BİR ŞEY YOK”
Kemal Aydoğan: Ben bu oyunu erkeklere yaptım. Kadınlara ya da eşcinsellere değil. Çünkü bir kere “kadın sorunu” diye bir şey yok; “erkek sorunu” var. Bu, erkeklerin doğurduğu bir sorun. Dünyayı kapitalizmi, ekonomiyi, toplumsal fenomenleri belirleyen akıl da erkek aklı. O aklın kendi yarattığı dünyayı görmesi gerekiyor. Luis de, annesi de maruz kaldıkları şiddeti tanımlamaya çalışıyor: “Nasıl bir dünyaydı bu? Neye maruz kaldık? Bu ilişkiler nasıl doğdu?” Bütün bunlar erkek egemen dünyanın sonucu. Ben kendi adıma bu yüzden erkeğin seyredip değişmeyi istemesini isterim. Kadın için de şöyle: Fark etmediği perspektifler varsa kavrayabilir.
Onur Ünsal: Bence Édouard değişim konusunda solculara da bir şey söylemeye çalışıyor. Değişimin tek bir şekilde olmayacağını anlatmaya çalışıyor.
Kemal Aydoğan: Bir tane devrim fiiliyatı olmayabilir. Değişim, illa kızıl bayraklarla bir yere gitmek demek olmayabilir. Annenin evden çıkıp Paris’e gitmesi, Catherine Deneuve ile karşılaşıp sigara içmesi ve ıstakoz tüketmesi de bir değişim anıdır. Bu, toplumsal ölçekte büyük bir dönüşüm olmayabilir ama bireye etkisini küçümseyemeyiz. “Yeterlidir” diyemeyiz ama bu değişimlerin birleşince nasıl bir güce dönüşeceğini de bilemeyiz. O yüzden bu bireysel kırılmaları yargılamamak gerekir.
Kimse sınıfına ihanet etmiyor; sadece başka bir pozisyondan konuşuyor. Édouard kendi sınıfından çıkıp farklı tüketim kalıplarının içine giriyor ama zihin olarak tekrar kendi sınıfına dönüp onların özgürleşmesi gerektiğini söylüyor. Eğer o sınıfı terk edip geri dönmeseydi, o sınıftan kurtulmamız gerektiğini söyleyecek bilgiyi tam olarak kavrayamazdı.
Onur Ünsal: Oyunu izlerken gözlüklerini kaldırıp hüngür hüngür ağlayan erkekler gördüm. Ben de hetero bir erkeğim. Beni de çok etkiledi. Kitap da çok etkiledi. Bence erkek–kadın değil de kalbi olan herkesi etkiler.
Kemal Aydoğan: Politik hayatın içinde biraz vakit geçiren herkes biliyor ki dönüşüm böyle bir anda olmuyor. Biz bir taş attık, etkilenmek isteyen bence kendine buradan halatları bağlayacak baba bulabilir. Erkeklerin önce kendini görmesi gerekiyor. Yarattıkları dünyayı fark etmeleri şart: sert, sömürü dolu, çirkin bir dünya. Bununla yüzleşmek zorundalar.
Édouard’ın gücü burada. Hasarlı bir gerçekliği anlatıyor ama asıl önemli olan, o bakışın derinliği. Bizim de o perspektife yerleşmemiz gerekiyor. Bu yüzleşme biraz cesaret istiyor; korkmadan, çekinmeden yapılması gereken bir şey. Elbette politik partilerin bile değiştiremediği bir yerde tek bir oyun mucize yaratmaz ama iyi bir başlangıç noktası olabilir.
“TURNE EKONOMİK YÜK”
Onur Ünsal: Bu bizim tercihimizi aşan bir durum. Turne çok büyük bir ekonomik yük. Bunu bir organizasyon şirketinin üstlenmesi gerekir çünkü Moda Sahnesi’nin kendi imkânlarıyla altından kalkabileceği bir bütçe değil. Dekorun taşınması, nakliye, otel… Hepsi çok pahalı. Üstelik organizatörler de bu riski almak istemiyor. Yani mesele bizim “gitmek istemememiz” değil. Babamı Kim Öldürdü’yü okul kantinlerinde bile oynadım.
Kemal Aydoğan: Bizim için mesele çok net: Bu oyunu mümkün olduğunca çok yerde göstermek isteriz çünkü tiyatronun etkileme gücü çok yüksek. Ama pratik koşullar izin vermiyor. Birçok yerde uygun salon yok; olanların kirası çok yüksek. Böyle olunca turne bir sanat etkinliği olmaktan çıkıp ticari bir faaliyete dönüşüyor. Ekonomiyi karşılamak için bilet fiyatlarını artırıyorsunuz ve bu kez de en çok ulaşmak istediğiniz insanlar oyuna gelemiyor. Bu tamamen kültür politikasıyla ilgili bir mesele. Yerel yönetimlerin, birkaç belediyenin bir araya gelip turneyi üstlenmesi gerekiyor. Ancak böyle bir tiyatro alışkanlığı gelişir, seyirci oyunla buluşur ve ardından gerçekten tartışabileceğimiz bir zemin ortaya çıkar. Turne yalnızca “oyunu taşımak” değil; bir toplumsal etki alanı yaratmak meselesi.
“BİZİM İŞİMİZ ÖZGÜRLÜĞÜ SAVUNMAK”
Kemal Aydoğan: Kimsenin hürriyeti ve özgürlüğü elinden alınamaz. Kim neyi beyan ediyorsa onu yaşar. Devletlerin ya da hükümetlerin “Hayır, öyle değil, şöyle yaşayacaksınız” demesinin özgürlükler açısından bir hükmü yok ama bunu yapıyor. Bizim işimiz, “Kimseyi ayıramazsın, ayrımcılık yapamazsın, nefret suçu işleyemezsin” demek, her konuda özgürlüğü savunmaktır. Bu çok temel bir şey. Sanatın yapılma nedeni budur: “Biz özgürüz” demek. Kimse kimsenin hayatına kayıt koyamaz. Kimse kimseyi yoksullukla sınayamaz. Kimse kimsenin yoksul kalmasını öneremez, sağlayamaz. Sabah akşam da bunu demeliyiz. Devletin ya da hükümetin ne dediği bizi ilgilendirmiyor.
Onur Ünsal: Bir de “eşcinsellik artarsa millet üreyemez” gibi teorilerin gerçek olmadığını onlar da biliyor. Kimse ‘hadi eşcinsel ol’ deyince eşcinsel olmuyor. Zaten hayatta emin olduğun tek şey cinselliğin oluyor. Ne olmak istediğinden, neyi, ne kadar arzuladığından emin olamıyorsun. Bir tek güdülerinden emin olabiliyorsun. Bence bunu bir yandan da bir politika malzemesi olarak bir düşman taraf tutmak için de yapıyorlar.
Fotoğraflar: Orçun Kaya