Kendisi de Kadıköylü olan yazar Buket Uzuner’le, Yasakmeyve Dergisi Yazı İşleri Müdürü Özge Ercan, yeni romanı SU üzerine söyleşti...
Buket Uzuner’in Anadolu’da yaşayan her kültürü derinden etkilemiş Kamanlık geleneğinin dört unsuru olan su, toprak, hava ve ateşten ilham alarak yazdığı yeni romanı “Uyumsuz Defne Kaman’ın maceraları-SU”, tümüyle bir Kadıköy romanı. Kendisi de Kadıköylü olan yazar Buket Uzuner’le, Yasakmeyve Dergisi Yazı İşleri Müdürü Özge Ercan, yeni romanı SU üzerine söyleşti.
Özge ERCAN
“Komiser Ümit, Kadıköy Çarşısı’nı çocukluğunda babasıyla alışverişe geldikleri zamanlardan beri severdi. Çarşı’nın daimi kalabalığı ve karmaşası içinde, o çok kendine özgü düzeni ve çeşitliliği; balıkçıların sarı çizmeleriyle handiyse zeybek oynar gibi balıklarını suladıkları ıslak taş sokakların bir ucunda kahve kokusuyla bütün çarşıyı baştan çıkartan Brezilya Kahvecisi, her biri tavana astıkları kurutulmuş sebzeleri, değişik otları, sarışın tünellerle dolu deniz süngerlerinden, oymaları mağaraya benzeyen ponza taşlarına, kokuları insanın içini gıdıklayan sabunları ve lezzetli kuru meyveleriyle bir büyükanne sandığına benzeyen baharatçı ve aktarları, o zamanlar adına sahaf dendiğini bilmediği, küf kokan eski kitapçıları ve siyah-beyaz eski fotoğraflarıyla, ‘başka hayatların hikâyeleri’ni kendimizinkine ekleyen sahaflar, taze sebze ve meyvelerini sergilerine mücevher gibi dizip, parlatırken onları ninni söyler gibi seven manavlar, mis gibi pastırma hevenklerini kapının önüne asarak insanın merakını uyandıran, içeride çok lezzetli Rus Salatası ve Tarator ile midye dolması ve onlarca çeşit taze meze satan şarküteriler, Osmanlı Tulumbası’ndan Antep Baklavası’na, lohusa şekerinden rengârenk akide şekerlerine kadar onlarca çeşit şekeri altın yaldızlı cami kubbesine benzer dev kavanozlarında sergileyen tatlıcı ve şekerciler, ‘Kumral Ada ile Mavi Tuna’nın müdavimi olduğu Baylan Pastanesi, bayramlarda hâlâ lokum kuyrukları caddeye taşan 230 yıllık Hacı Bekir Lokumcu’su, 300 yıllık Surp Takavor Ermeni Klisesi’nin karşısındaki limonata ve pastaları Kadıköylülerin damağında mutlaka bir iz bırakmış Beyaz Fırın, bir zamanlar yazarların söyleşiler yaptığı Gençlik Kitabevi’nin yeni sahibi Nezih, yeni açılan yabancı marka dükkânlara canla başla direnen yerli malı iç çamaşırı ve elbise dükkânlarının eski usul vitrinleri, dünyanın ve İstanbul’un her yerinde çoktan tarihe karışmış bir iki saat tamircisi, Otacılar, çocukların aklını başından alan Çin malı rengârenk kalem, çanta ve kiloyla defter satan kırtasiyeciler, ‘Avrupa Yakası’nı Kadıköy’e taşıyacak’ kadar farklı lezzetleriyle ünlenen Çiya Lokantaları, küçük balıkçı, kebapçı lokantaları, akşamları sokaklara masalarını yayan meyhaneler, birahaneler... Ucu bucağı olmayan Kadıköy Çarşısı bir şenliktir. “ (SU romanı sayfa: 36-37)
SU romanınızdan yukarıda alıntıladığım bölüm, Kadıköy İskele karakolunda görevli Alevi Komiser Ümit Kaman’ın sık sık içinde dolaştığı Tarihi Kadıköy Çarşısı’nın tasvirlerinden sadece biri ve bazan insanı baştan çıkartıyor. Şeytan: ‘işi gücü bırak, çarşıyı gez!’ diyor. Sizin de koyu bir Kadıköylü olduğunuzu biliyoruz. Sizce nedir Kadıköylülük?
Gerçekten de SU romanı bir Kadıköy romanı oldu. Bunu başından planlayarak yapmadım. Kadim Türk geleneği Kamanlık’ın dört unsurundan biri olan SU’yu Marmara Denizi ile sembolize etmeye karar verdiğimde aslında hem kayıp gazeteci Defne Kaman’ı hem de onu arayan komiser Ümit’i İstanbul’un herhangi bir sahil semtinde konumlandırabilirdim. Fakat hem bu iki karakter hem de sahile gelen yunus balığı bizim Kadıköy’e çok yakışır diye düşünüp yola çıktım. Bunun, yazarın yaşadığı ve çok iyi tanıdığı semti tercih etmesinin getirdiği kolaylıklar kadar orayı çok sevmesinin de etkisi olduğunu itiraf etmeliyim. İstanbul’da semtlerinin tarihi, coğrafi ve çok kültürlü özelliklerini farkında olup korumak isteyen bir Kadıköylü ve Modalı insan profili olduğu düşüncesine katılıyorum.
Bir Kadıköy sever için, aynı zamanda Kadıköy rehberi olma niteliği taşıyan SU’yu okuyup da, Sahaf Semahat’ın Moda’daki dükkânını ve Komiser Ümit’i merak etmemek imkânsız.
Yazarken yıllarca beraber yaşadıktan sonra onları artık neredeyse canlı-kanlı görüyorum ama roman karakterlerinin her okur için bambaşka kimlikleri olduğunu zaman içinde kabullendim artık. Sahaf Semahat, Komiser Ümit, New Yorklu dedektif Matt diye biri yok elbette ama en sivri, uç karakterlerin bile toplum içinde karşılığını bulan okur, romanı kurgu bir eser olmasına rağmen daha çok benimsiyor. Bir okur olarak kendim de bunu yakından biliyorum. Yazarın gözlemleri kadar samimiyeti de roman karakterlerini sahici kılıyor olmalı, ne dersiniz?
Peki, “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları SU” kitabını yazma fikri nasıl doğdu?
Türkiye’de ve dünyada tabiata karşı açgözlü yağmanın çıldırmışçasına arttığı günümüzde, binlerce yıl önce aralarında bizlerin nine ve atalarının olduğu insanların tabiata büyük saygı duyduğu zamanı merak ettim. Eskiden nasıldık ve neden sonra şimdiki kendini dünyanın sahibi sanan, kibirli, acımasız tüketicilere dönüştük? Romanın ana meselelerinden biri bu.
SU’yu yazarken keşfettiğiniz, daha once bilmediğiniz duraklar oldu mu?
Bir romanı benim gibi dört-beş yıl yazan yazarların bu sürede beraber yaşadığı karakterlerden ve romanın zamanı ile olaylarından etkilenmesi doğal bence. Defne Kaman’ın SU macerasını yazarken, geçmişten taşınan bilgiler, günlük hayatımıza yerleşmiş, nazar boncuğu taşımaktan, şeytanın kulağına kurşun dökmek için kendi kulağımızı çekip, ahşaba üç kez vurmaya, ağaçlara dilek çaputları bağlamaktan, Hıdırellez ve Nevruz’da ateşten atlamaya, Cemre’yi düşerken neredeyse gözle gördüğümüzü sanmaktan, Ayçöreğinden Ayçiçeğine, Ayhan’dan Ayten’e çocuklarımıza ve her şeye ‘Ay’la ilgili isimler vermeye kadar çoğunu artık düşünmeden yapmaya devam ettiğimiz kadim geleneklerin köküne inme şansım oldu. Geleneğimizde her canlı eşit derecede saygın ve değerli: bir çiçek, bir böcek ve insan eşit değerdeymiş. Örneğin atalarımız ve ninelerimizin bir ağacı kesmeden önce ondan özür dilemek ve ihtiyaçtan fazlasını yok etmemek, bir geyiği avlarken, doyduktan fazlasını öldürmeyeceğini hayvanla gözgöze gelerek söz vermek, bugün bize saçma veya komik gelebilir ama düşününce, bu davranış biçimlerinin insanların birbirine duyduğu saygı ve hayatın ekolojik devamlılığı açısından ne derece önemli, ciddi ve güzel olduğunu anlıyor insan. Bütün bunlar bende: Selçuklular’dan öncesi nedense karanlıkta kalmış kültürümüzün çok hümanist ve gurur duyulacak geleneklere sahip olduğunu öğrenmek gibi sevince neden oldu. Bu, biraz da gurur duyulacak büyük dede ve ninelerinizi keşfe benzer ferah, taze bir nefes gibi…
Biraz romanınızın dışına çıkarsak, Kadıköy’ün doğallığını yitirmemesi adına neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kadıköy, İstanbul'un eğitim düzeyi ve yaşam standartları en yüksek ilçesi. Malumunuz, eğitim alma şansı arttıkça insanların birey olma bilinci de yükseliyor. Birey olan insan iyi yaşama hakları ve seçme özgürlüklerine sahip çıkıyor. Bütün dünyada bu böyle. Bu yüzden diktatörler daima eğitimsiz ve itaatkâr insan yetiştirmek istiyor. Kadıköylüler, yeşil parklarından denizine, plajına, tarihi dokusundan kültürel çeşitliliğine kadar yüzlerce yıllık kimliğine sahip çıkmak isteyen vatandaşlar. Bu değerler aynı zamanda İstanbul'un ve Türkiye'nin de değerleri, ancak günlük siyasi kavgalar ve iktidar hesapları yüzünden bu değerler, ya intikam aracı ya da kumarda kullanılan kumarhane fişi gibi görülüp, harcanıyor. Oysa sonuç, hepimizin kaybına yol açıyor. Sadece Kadıköylüler değil, hepimiz, mahallemiz ve şehrimiz, ülkemiz ve dünyamız için kendimiz ve çocuklarımız iyi yaşayalım diye oldu-bittilere direneceğiz.
Sizin için bir Kadıköylü’nün, Modalı’nın belli başlı özellikleri var mıdır?
Evliya Çelebi, Kalkedon (Kadıköy)’e ‘körler ülkesi’ diyenlere, İstanbul siluetinin en güzel Kadıköy’den seyredilebildiğini, bu yüzden asıl körlerin Tarihi Yarımada’da yaşayanlar olduğunu söyler. Kadıköy’ün hele Moda’nın manzarası o kadar güzeldir. Öte yandan dediğim gibi Kadıköy ilçesi eğitim oranı en yüksek İstanbul ilçesidir. Eğitim insanlık için en büyük şanslardan biridir, özgür eğitim alan, düşünce özgürlüğüne inanarak yetişmiş insanların hem gelirleri, hem de sanat ve edebiyat gibi yaşam piramidinin üstlerinde yer alan entelektüel faaliyetlerden yararlanma şansları, eğitim alma şansı olmayanlardan daha yüksektir. Bu nedenle Kadıköylüler kültür sanat etkinliklerine düşkündür, zor beğenir, eleştirir ve kaliteden anlarlar. Moda’ya gelince, Moda’dan geçmemiş yazar, sanatçı yoktur desem yeridir. Ben Moda’yı Karşıyakalılar’a benzetirim. Hani Karşıyakalılar kendilerini İzmirli saymaz ve plakası 35,5’dur ya, Moda da kendi başına bir cumhuriyet gibidir ve plakası 34,5’dur! Bunlar, özgünlük belirtisi şehir latifeleridir ve biz Modalılar bunlara bayılırız elbette...
Şu anda SU romanının devamını yazdığınızı biliyoruz. Kadıköy, yeni romanınızda da yer alacak mı?
TOPRAK romanı Çorum’da geçiyor. Bildiğiniz gibi SU’yu Marmara Denizi ile sembolize ettim. Ana rahmi, bereket, zemin, güç ve yerin altıyla ölüm, bilinmezlik, cehennem imgeleri taşıyan TOPRAK unsuru için de üzerinde önemli ve güçlü bir uygarlığın kurulduğu bir mekânı seçmeyi arzu ettim. Bu hem, Hititler gibi kadınlara tanrıça ve imparatoriçe değeri vermiş önemli bir antik uygarlığın bile kibir ve kardeş kavgaları nedeniyle yok olabildiğini vurgulamak, hem de kadim Kamanlık geleneğimizin Anadolu’daki izlerini İstanbul’dan sonra Çorum şehrimizde sürmek açısından tercih nedenim oldu. Son zamanlarda sık sık Çorum’a gidiyorum. Orada şimdiden romanla ilgili bir heyecan başladı. Yerel gazete ve TV’ler Toprak’la ilgili haber yaptılar. Çorum yemeklerinin güzelliğini ve zenginliğini keşfettikten sonra romanda kaçınılmaz olarak bunlar da yer alacak... ‘Uyumsuz Defne Kaman’ın izini hep birlikte bir Anadolu şehrinde süreceğiz yani...