Dijitalde eski, matbuda yeni: Arka Pencere

Sinema yazarı ve eleştirmeni Şenay Aydemir’le 5 ay önce matbu yayına başlayan “Arka Pencere Mecmua”yı, sinema yazarlığını ve Kadıköy’ün sinemayla ilişkisini konuştuk

11 Nisan 2018 - 09:52

Online olarak sekiz yıldır her hafta sinemaseverle buluşan Arka Pencere, son sayısında okurlarına verdiği sözü tuttu. Arka Pencere Mecmua adıyla aylık ve ‘basılı’ olarak raflardaki yerini aldı. Derginin Yayın Kurulu; Bilgehan Aras, Okan Arpaç, Murat Özer ve Burçin S. Yalçın’dan oluşuyor. Birçok sinema yazarı da eleştiri yazılarıyla derginin içeriğine renk katıyor. Kültür sanat yayınlarının, gazetelerin ve dergilerin ekonomik nedenlerle kapandığı ve medyanın tek elde toplandığı bir süreçte Arka Pencere’nin basılı olarak yayın hayatına devam etmesi ne kadar olanaklı? Bu sorunun cevabını, derginin Danışma Kurulu Üyesi ve  Kadıköylü yazarı Şenay Aydemir’le konuştuk. Aydemir, “Matbu yayınların kapandığı bugünün Türkiye’sine baktığımızda böyle bir şey yapmak delilik gibi görünüyor.Ama okurların destek olması ve sahiplenmesi bu tür zamanlar için önemli.” diyor.

Dijital ortamdan matbuuya geçme fikri nasıl oluştu?

Aslında matbuya geçme fikri en başından itibaren aklımızdaydı. Medyadaki dönüşümden sonra işsiz kalmış sinema yazarlarını bir araya toplayan bir platforma dönüştü Arka Pencere. Yazacak yeri olmayan birçok sinema yazarı, yazılarını yayınlamaya başladı. Matbu yayınların kapandığı bugünün Türkiye’sine baktığımızda böyle bir şey yapmak delilik gibi görünüyor. Arka Pencere’nin ana ekibi bu alanda eski isimler ve dergicilikten geliyorlar. Bir derginin matbuu halini sevdikleri için biz de onların etrafında kümelendik. Böyle bir sevdadan bir riski alma kararı bu noktada ortaya çıktı ve şimdi geride kalan 4-5 sayıya baktığımızda okurda karşılığını buldu diye düşünüyorum. Dergi ekonomik olarak en azından şu noktada kendini kurtarabilir bir noktada. Okurların da desteğiyle devam edecek gibi görünüyor, umarım satışlar artar ve dergi hayatına devam eder.

Peki, dijital ile matbu yayıncılık arasındaki farklar neler sizce?

Kâğıt, matbaa ve dağıtım masrafı esas olmak üzere zorlukları öncelikli olarak ekonomik.  Kâğıt masrafı Türkiye’de Dolara endeksli, dolayısıyla dolar yükseldikçe kâğıt ücretleri sürekli artıyor. Onun dışında fiziksel olarak daha çok efor ve dikkat gerektiriyor. İnternette hata yaptığınızda hatayı fark ettiğinizde hemen düzeltebiliyorsunuz ama basıldıktan sonra bir hatayı düzeltme fırsatınız olmuyor. Çok daha dikkat, özen, titizlik isteyen bir üretim süreci söz konusu. Haftalık çıkartıyorduk dijitaldeyken şimdi aylık periyoda geçtik. İş yoğunluğu bir haftadan bir aya yayılmış oldu.

“DESTEK OLMAK İSTEYEN ABONE OLABİLİR”

Bir başka konu da dağıtım meselesi. Bunu nasıl çözdünüz ya da çözebildiniz mi?

Şu an iyi durumda. Bazen şöyle problemler oluyor; 20 bin tane bayi var ve siz o kadar basamıyorsunuz, bütün bayilere ulaşamıyorsunuz. Özellikle taşradaki bayilere ulaşmak sorun oluyor.  Dağıtım şirketlerinin aldıkları pay oldukça yüksek. Dağıtım problemlerini abonelikleri destekleyerek güçlendirerek çözmek mümkün. Sadece Arka Pencere için değil okurlar sevdikleri dergilere destek olmak istiyorlarsa mutlaka bu dergilere abone olsunlar. Abone olarak doğrudan  derginin kazancı artırılabilir. Bence bu hem okur hem de yayıncı için kazançlı bir yöntem olur.

Biraz da Arka Pencere’nin içeriği hakkında konuşalım. İlk defa dergiyi okuyacak bir sinema takipçisi Arka Pencere’de nelerle karşılaşacak?

Yazarlarının büyük bir kısmının kendilerine göre bir politik tutumu var ve bunları yazılarında, eleştirilerinde de görmek mümkün. Öte yandan Arka Pencere şöyle bir boşluğu dolduruyor; “Sinema” dergisinin kapatılmasının ardından sinemanın popüler alanını da kapsayan ciddi bir içerik açığı ortaya çıktı. Aslında Arka Pencere bu boşluğu doldurmaya aday olarak geldi. Şimdilik bunu dolduruyor da.

Aslına bakarsanız popüler sinema üretiminde bulunan yapımcıların da böyle yayınlara ihtiyacı var.

Evet, ama buradaki sıkıntı “Sinema” dergisinin de yaşadığı sıkıntılardan da bir tanesiydi. Popüler sinemayı insanlara açmak ama aynı zamanda bu alanda üretim yapan yerli yapımcıların ilan desteğiyle derginin yaşatılması gerekiyor. Karşılıklı bir dayanışma diyebiliriz buna.

POLİTİKA VE YAZI İLİŞKİSİ

Türkiye bu kadar politikleşmişken sinema yazarlığı yapmak ne kadar kolay?

İki türlü bir durum var. Birincisi; yazı yazma eyleminin kendisi engellendiğinde yazarken belli önlemler almanız gerekiyor. İkincisi; sinema yazarlarının, sinema eleştirmenlerinin gazetelerde yazan eleştirmenlerden şöyle bir farkı var; sektörde dönen büyük paralar bize değmiyor. Bizim gibi sinema yazarlarının çok büyük kısmı başka alanlarda hayatlarını sürdürüyor bu da bize özgürlük tanıyor.

Ama yazılarınızda politik tutumunuzu göz ardı etmiyorsunuz.

Günlük hayatta her şeyin politik olduğunu düşünenlerdenim. İnsanlar bir filme baktıklarında politik bir şey yazayım diye bakmazlar ama politik bir durum vardır. Bu politik bakış, yazıların ister istemez içine siner. Ben aynı zaman da filmin içerisindeki politik kodları da görürüm ve bunları dile getirmem gerekiyor diye düşünürüm. Çünkü filmi yapanlar  bilerek ya da bilmeyerek politik bir iş yapıyorlar. Kendileri istemese bile yaptıkları iş politik bir karşılığa tekabül ediyor. Bir filmin kendisi politik özneye dönüştüğünde siz artık onu politik bir zeminde tartışmak zorunda kalıyorsunuz.

“SEYİRCİYİ SARSAN İŞLER AZALDI”

Türkiye sinemasının son 20 yılını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hem  popüler açıdan hem de sanatsal olarak doyma noktasında olduğunu düşünüyorum. Birbirinin aynısı olan, orijinal filmlerin orijinal işlerin çıkmadığı alana doğru gidiyor. 90’ların ikinci yarısından itibaren başlayan anlatı, hikâye ve estetik dilinin artık tıkandığını söylemem mümkün. Şaşırtıcı, sürprizli ve seyirciyi sarsan işler azaldı. Bu da estetik açıdan sinemayı geri götürmeye başladı.

Neden böyle oldu peki?

Yönetmenlere sormak lazım onlar kabul ediyorlar mı bu eleştiriyi bilmiyorum. Belki de bu kuşak misyonunu tamamladı ya kendilerini değiştirmek zorunda kalacaklar.

Belki toplumsal atmosferin de etkisi vardır…

Onunla da, ekonomiyle de ilgisi var. Anlatılan hikâyelerin toplumdan kopmaya başladığını düşünüyorum. Kişisel bir anlatı olarak başlayan “Yeni Türkiye Sineması” dediğimiz şeyin toplumla daha bir organik bir bağ kuracağını düşünmüştüm. Ama şimdi kişisel karanlığa iyice gömüldü. Yönetmenler dünyayı nasıl görüyorsa filmleri de öyle olmaya başladı.

AVM’YE GİRMEDEN FİLM İZLEMEK

İstanbul Film Festivali sürüyor ve siz filmlerinizi Kadıköy’ün ortasındaki sinema salonlarında izliyorsunuz. Hem İstanbul’un hem de Kadıköy’ün mekân ve sinema ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadıköy’de yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum. AVM’ye girmeden film izlemek benim açımdan önemli bir şey. Kent duygusunun yoğun yaşandığını düşünüyorum. Denizle direkt bağlantı kurabilme olanağınız var. Yeme içme eğlence mekânlarının zenginliği müthiş. Kadıköy, sadece sinema için değil tiyatro açısından da kültür merkezi haline geldi. Dolayısıyla bir sürü tiyatro sahnesinin burada olması ve oyunların burada oynanıyor olması kentle sanat ilişkisinin iyi olduğunu ve geliştiğini gösterir.  

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Arka Pencere vesilesiyle şunu söylemek istiyorum. Destek olmak ve sahiplenmek bu tür zamanlar için önemli. Medyanın tekelleştiği bir dönemde Altyazı’ya, Cumhuriyet’e, Evrensel’e, Birgün’e destek olmamız gerekiyor. Sözümüzü söyleyebilmek ve nefes alabilmek için bu şart.


ARŞİV