Yonca Güneş YÜCEL
Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi’ne söyleşiye gelen karikatürist, komedyen Serkan Yılmaz’la Gazete Kadıköy okuyucuları için röportaj yaptık. Başta Penguen’de uzun yıllar çizdiği Dudullu Postası olmak üzere şu aralar yeni medya aracılığıyla çok sayıda takipçisi olan komik ve işe yarar mucitlikleri üzerine konuştuk.
* Penguen okuyucusu sizi çok iyi biliyor, tanıyor. Gazete Kadıköy okuyucuları için de biraz kendinizden bahseder misiniz?
Her karikatürist gibi küçük yaşta başladım. Çok küçük yaşta Gırgır Dergisi’nden Ankara’ya bir posta çeki gelince onure oldum ve araya hayat girdi; bir sürü mesleklerde çalıştım. Okul, askerlik derken 24 yaşıma geldiğimde işten sıkıldım ve o dönemde bir karikatür dergisine götürdüm işimi… Emrah Ablak gülünce, yıllardır okuduğum adam gülünce işler değişti, bir umut çıktı onun peşine düştüm. Amatör karikatüristlik bir buçuk yıl sürdü. Sonra Fermuar dergisinde bir yıl çizdim. Oradan Penguen dergisine geçtim. 9-10 yıl gibi de Penguen dergisindeyim.
* Karikatürist kimliğinizin yanında kendinizi “mucit- müyendiz” olarak da tarif ediyorsunuz. Pamuk şekeri makinesi icadınızı, buzdolabı kapısı tamiri yapmanızı sosyal medyadan biliyoruz.
Bu “mucit-müyendiz”lik tabii ki; şu modern çağda hadron çarpıştırmıyorum. Ama Orta Çağ cihazları yapabiliyorum. Kaynak makinem, dikiş makinem, değişik alet edevatım var. Onlarla evde basit pamuk şekeri makinesi, stop motion makinesi, otomatik flüt gibi şeyleri çıkarabiliyorum. Hem benim için keyifli oluyor hem de insanlara güzel geliyor. İyi hissediyorlar galiba, dönüşleri öyle oluyor.
SIRADA İNGİLİZ BİSİKLETİ VAR
* Yeni medya ile birlikte mi buluşlarınızın farkına vardınız. Yoksa daha öncesinde de böyle küçük buluşlarınız var mıydı?
Çocukken ilk elektronikçide başladım. Elektronikle orada tanıştım ve sevdim, mekaniği de. Eskiden cihazlar, teypler mekanikti. Elektronikçideyken ben ilk odamın kapısına, odanın içinde bir sürü saçma sapan şey var ve annem kesinlikle öyle şeyleri odanın içinde her anne gibi istemiyordu. Kablolar, havyalar, diyotlar, dirençler ve bir de kondansatör tabii. Odanın kapısına ilk şifre kartı gibi bir şey koymuştum. Ama şifre kartı, yalancıktandı. Tabii ki bir şifreleme yoktu. Üç tane tuşa birden bastığında açılıyor, sanki şifreye basmış gibi yapıyordum. Üç tuşa birden bastığında kapının arkasındaki vantilatör motoru, tahtadan dili çıkarıyordu ve kapı açılıyordu. Aslında bütün tuşlara aynı anda bassanız da kapı açılırdı ama yine de görüntü olarak odanın kapısına böyle bir şey yaptığından dolayı evde de “manyak bu, deli bu” diye anılıyorsun. Kendi hayatımda da tamir ve benzeri işlerle de çalıştığımda oralarda da işime yaradı ve taşırmayan damacana pompasını gerçekten çalışsın diye yapmıştım. Taşar ya damacana pompası. Mıknatıslarla valflerin üzerine bir şeyler takarak yapmıştım. Normalde kendi hayatım için ayda yılda bir, iki yaparken bir de keyif aldığımdan yapıyordum. Şimdi işte instagram, twitter ile birlikte işe dönüştü sanki. Gayet güzel oluyor. Şimdilerde İngiliz bisikleti yapacağım. Bir tekerliği büyük, bir tekerliği küçük, hani Abdülcanbaz’ın bindiği var ya, ondan yapmayı planlıyorum. Geçenlerde kız kardeşim söyledi, “İngiliz bisikleti yap ve frank giyip Kadıköy’de gez” demişti. Şimdilerde aklımda bu var, akılda böyle şeyler tutmak hele şu dönemde akıl sağlığına iyi oluyor. Benim için de iyi oluyor, izleyen, görenler için de.
* Bahane Kültür Kafe’de “İnsan Hayvanı” adıyla bir uğraş içindesiniz. Biraz bu projenizden de söz edebilir misiniz?
Beş senedir stand-up yapıyorum ama karikatüristin hayatı durağan bir hayat oluyor, durup çiziyorsun. Mesut Süre, radyocu arkadaşım, onlar yapıyorlardı ben de ne kadar keyifliymiş diye onlardan sonra bir iki çıktıktan sonra dört, beş yıldır da küçük bir yerde muhabbet ihtiyacımı gideriyorum. Ben anlatıyorum, karşı taraf da gülüyor. “İnsan Hayvanı” diye topladım tüm anlattıklarımı, aslında insanın baskılarla çok durdurulduğu - çevre baskısı bu; büyük baskılar bile değil - tanıdığın insanların baskısıyla elinin, ayağının durduğu ve aslında yetenekleri ortaya çıkarmanın daha kolay yolları olabileceği üzerine bir rahatlama oyunu aslında ama komik. Çünkü işim gereği olanı söylüyorum, insanlar da gülüyorlar. Bol bol başıma ne geldiyse, çevrede gördüklerim neyse onu söylüyorum. Gülünüyor, eğleniliyor, gidiliyor, iyi hissediliyor.
“KÖR GÖZE PARMAK” DUDULLU POSTASI
* “Dudullu Postası”nı sekiz yılı aşkın süredir yazıyor, çiziyorsunuz. Peki, Dudullu Postası nasıl ortaya çıktı?
Amatör karikatürist iken dergiye ilk girdiğimde köşemde Batman, Süpermen çiziyordum. Bir gün Metin Üstündağ beni odasına çağırdı. “Sen niye çiziyorsun onları?” diye hafiften de kızdı böyle. “Sen çevreni çizeceksin” dedi. Adamın kitaplarını da okumuşum yani, onun bakış açısıyla bakmaya çalıştım kendime de, çevreye de. Sabahlamadan sonra o zamanlar Dudullu’da oturuyordum. Sabah 6.00-7.00 gibi Dudullu’ya geri döndüğümde abinin biri kepenk açıyordu. Benim de kafam o dalgınlıkta. Ben çevremi nasıl çizeceğim çevremde neyi çizeceğim derken abiye bakıyordum böyle kepek açarken eğildiğinde çatal da gözüküyordu. Bir anda, baktığımı görünce “Lan” dedi. Ben de çok salak bir durumda kaldım. Eve koştum, asansöre bindiğimde şakayı anlamıştım. Şaka bendim. Benim oturduğum yer ve durumum. Bir gazeteci gibi düşündüm kendimi, madem ben böyle bir algıdayım. “Ben yüksek algıyı!” temsil ediyorum. Bulunduğum yer ve benim çatışmam ikimizi de komik duruma düşürüyordu. Gazete kurdum kafamda, Dudullu Postası diye bir şey yaptım. Sadece halka değil gazetecinin hatasına da “kör göze parmak” şeklinde davranıyordu benim gazetem. Tabii “kör göze parmak” davranışına karşı taraf da parmak batırıyor. İlk böyle çıktı ama sonra gündemde olan olayları Dudullu’ya çekip tekme tokat girmek de hoşuma gitti. Çünkü orada bir şey söyleyeceksen daha sert söylüyorsun ve dediğin şey daha çok ortaya çıkıyor.
* Bu kadar zamana ve mizah dergilerinin değişen okuyucu profiline rağmen nasıl bu kadar okunur ve güldürebilir olmayı başardınız?
Dediğim gibi kendime değil de çevreye inanıyorum. Çünkü olan olaylar değişiyorsa, ben değişen şeyi söylüyorum. O yüzden de bir süredir Dudullu Postası yerine Seko Yazılar yazıyorum. Aynı yöntemleri kullanıyorum. Kendi bulunduğum noktada çıkan komik saçmalıkları söylüyorum. Çünkü benim işim bakıp söylemek. Şu anda burada bir saçmalık oluyor diye karnımdan hissettiğim anda, bu his doğru his diyorum ve onu yazıyorum. Bu bir yarış değil, olanı söyleme görevi her hafta.
“KADIKÖY POSTASI MI YAPSAM?”
* Dudullu’da da Kadıköy’de de yaşadınız. Her iki semt için de kendine özgü hangi tür komikliklerinin olduğunu söyleyebilirsiniz?
Karikatürist dediğin şey, sadece ben değil herhangi bir karikatürist, çevresini gözlemleyip söylemekle yükümlü. İnsan faktörü her yerde her zaman aynı komikliği barındırdığından tabii ki Kadıköy’ün de kendi içinde başka bir komikliği var. Kadıköy Postası mı yapsam acaba şimdi? (gülüşmeler) Çarpışma durumu bu aslında. Çarpışmayı abartanları çiziyoruz biz. Ben Dudullu’da iyi kalpli birini çizsem ne kadar çizebilirim. Kötü kalpli o kadar ortaya çıkıyor ki, onu çizebiliyorum. Kadıköy’de birini çizeceksem o da yine kötü kalpli, kendini beğenmiş, başkasına baskı uygulayan ve komik duruma düşen biri olacaktır. Çünkü o ortaya çıkarıyor kendini, öbürünü ben göremiyorum. Yanımdan geçip gidiyor, kendisini saklayabiliyor.
* Sizin nedense Dudullu’ya giderken 19S’ye bindiğinizi hayal ettim. 19S hikâyeleriniz var mı?
19S’ye çok uzun süre bindim. Stand-up’ta 19S hikâyelerini anlatıyorum. Amcanın biriyle aynı yerde durduk diye bir şakam var. Bilim adamları aynı anda aynı yerde iki cisim bulunamaz derler ya! Gazlar ve reaksiyon falan bir araya geldi ve ben korktum, amcayı içimde hissediyorum. Ama onun daha önce başına gelmiş. “Buradan buradan” dedi sakinleştirdi beni. “Arkadan sıkıştırıyorlar, üç kişi zor oluyor. O tarafa kuvvet verelim” dedi. Teyzeyle de aynı yerde duramıyorsun ama aynı yerde durma meydana gelmeden o “aman içime girdin peh!” diyor. Mesela sınıf farkı var. Otobüs çok dolduğunda içerde “yeter sıkıştık” diyenler. Dışarda “binecez eve gidecez” diyenler farkı. İçerisi, “hayır kardeşim biz yeterince çağdaş, insanca yaşamalıyız” öbürleri de “insanca yaşamayı ne yapalım biz eve gidecez” der. İnsan öyle bir şey ki, ne tarafta olursa oradan bakabiliyor. İçeri giren biri bir anda “aman çok sıkıştık” diyebiliyor. Eee az önce bindin! Benim yazdıklarımın yüzde ellisi benim salaklıklarımdır. Bir çok yazarın, çizerin de öyle olduğunu biliyorum. Kendi salaklığını iyi tanırsın, kendini kolundan yakalamayı öğrenirsin.
* Dudullu Postası her hafta "basına saldırı," "fotoğraf makinelerimizi kırdılar" başlıklarıyla okuyucuyla buluşuyor. Bu mizahi dili yakalamanızda düzenli takip ettiğiniz yerel gazete ya da gazetelerin etkisi var mı?
Ben bir şeyi takip etmek yerine yaşamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yerel gazetelerde basına saldırı çok olmaz ama büyük basın böyle aslında. Dudullu Postası, büyük bir basındır. Kendisini büyük bir basın görür. Bu yüzden de “basına saldırısı” olur. Çünkü en olmayacak yerlere en olmayacak şekilde girer.
“MİDENDE HİSSETMELİSİN”
* Karikatür Evi’ne çok sayıda genç ve çocuk amatör karikatürist yoğun ilgi gösteriyor. Dünden bugüne karikatüre ilgide ne tür değişiklik ya da farklılıkların olduğunu düşünüyorsun. Amatör karikatüristlere ne önerirsin?
Eleştirme kaygısı seni zorlar. Birini eleştirmek için bakıyorsun ve bu bakış eleştirilecek bir bakış. Şimdi sana bakıyorum ve bir şeyi beğenmeme üzerine bakıyorum. Ben eleştirilecek şeyleri bulmak zorunda değilim, kendileri geliyorlar. Kendisi gelen şeyi çizebilirim. Kendisi çarpmalı bana ki, ben görmeliyim. Amatör karikatürist arkadaşlar sordukları zaman bu yönde cevap vermeye çalışıyorum. Çok doğal bir iş bu, gördüğünü kimsenin söyleyemediğini midende hissettiğin. Ama herkes bunun farkında, çünkü hepimiz insanız. Herkes hemen hemen her şeyin farkındayken bir anda onu sen söylediğin zaman işte o zaman karikatürist bakış açısına sahip oluyorsun. Yeni bir karikatürist çıkarken bence bu şekilde bakmalı. Ben o adama baktığım zaman adamın hatasını görmektense bizim beraber düştüğümüz durumu görmeyi tercih ettim. Çünkü bu daha komikti. O sırada ben “ya ben ne rezil oldum ya! Adam beni kovaladı” desem, içime atsam söylemesem bunu insanlara “Dudullu Postası” olmazdı.
* Aslında eleştiriye bakışınızdan söz ettiniz. Yine de çizerken yazarken “çizgiyi aşma” endişesi taşıyor musunuz? Mizahın etiği üzerine ne söyleyebilirsiniz?
Etiğim var tabii. Birini hayatta küstürmeyi istemem. Ama söylediğim şey karşı tarafın algısı bunu yanlış anlayıp da çok kötü şeylere sebebiyet verecekse ve ben bunu “kör göze parmak” yapıyorsam, ortada bir sorun var ve benim bu sorunu söylemem sorunu büyütecekse ben bunu söylemenin daha naif bir yolunu bulmaya çalışıyorum. Yumuşatıyorum ki bir de ben sorun olmayayım. Benim kendimi savunma alanım, vicdanım. Benim yüzümde birileri ölecekse, bir yerler yanacaksa, saçma sapan alevler çıkacak, büyük bir savaşa sebebiyet verecekse burayı başka bir şekilde tamir etmeye çalışırım. Alt metinden veririm. Üstten başka bir şey söylerken alttan da bir kelime onu geçiririm, devam ederim. Çok keskin kalem olmayı hiç istemedim. Bazen yanlışlıkla o durumlarda da kalmışlığım var tabii.
DUDULLU POSTASI DİZİ OLUYOR
* Okuyucularınızı sevindirecek başka bir haber var ki; yakın zamanda "Dudullu Postası," Onur Ünlü’nün yönetmenliğinde dizi oluyor. Peki, yılların mizahi yazı dizisini televizyon dizisine uyarlamaya nasıl karar verdiniz?
Onur Ünlü ile tanıştım, çok iyi bir adam. Yaptığı işlere bakıyorum, alt metinlerde çok büyük ustalığı var. Saygı duyuyorum. Ama kontrol bende değil, tam olarak ne olacağını bilmiyorum. Ben bir senaryo metni yazmıştım. Birkaç kere denendi. Yapımcıda duruyordu. Onur Ünlü bakmış, hoşuna gitmiş. Senaryoyu da kocaman bir panoda çalışmıştım. Odanın birinin tamamını mantar pano ile kapladım. İplerle falan karakterleri birbirine bağladım. Filmlerde gördüğümüz şey ama gerçek hayatta neden olmasın dedim. Yapmak o kadar da saçma değil. Yaptım ve götürdüm. Alındı ve başka bir şeye çevrildi. Yarın ne olur tam olarak bilmiyorum ama böyle bir şeyin gelmiş olması bile benim için yeterli.
Twitter: @yilmazserkan
İnstagram: serkan.yilmaz_