Evlerin içindekiler

Kadıköylü eczacı-yazar Elif Türa ilk kitabı “Şenay'ın Tuhaf Hikâyesi”yle “tuhaflıklar”a da uzanıyor “güzellikler”e de.

05 Temmuz 2019 - 10:29

Beste NÂSIR ([email protected])

“ İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.

   İrili ufaklı, birbirinden farklı,

   Ahşap evler, kâgir evler yaptılar.

   Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,

   Evlerin içi devir devir değişti

   Evlerin dışı pencere, duvar.

                        ...                                               

   Evlerin çoğunda dirlik düzen

   Kalan bir hatıra oldu geçmişte.

                      (...)

   Evlerde nice nice cinayetler işlendi,

   Ruhu bile duymadı insanların.

   Dört duvar arasında aile sırları,

   Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın

   Gözyaşlarıyla beslendi.

                       ...                                               ”

(Behçet Necatigil, Evler)

Bu ay, Kadıköylü eczacı-yazar Elif Türa ilk kitabıyla köşemizde: “Şenay'ın Tuhaf Hikâyesi”.

Kitaba öykülerden bir tanesi de olan bu adı veren Türa, “tuhaflıklar”a da uzanıyor öyküleriyle “güzellikler”e de. Bir yandan acı, yalnızlık, baskı, ayrıştırılma seriliyor gözlerimizin önüne bir yandan umut, isyan, bir şeyler yapabilme ve hesap sorabilme gücü.

İki uçlu, hiç durmayan yükselip alçalmalarla dolu bir karmaşa yaşadığımız aslında. Bu iki uçlu karmaşada gördüklerimiz, izlediklerimiz, okuduklarımız, anlattıklarımız, yazdıklarımız ve hayallerimiz de başka hayatlara, karmaşalara açık kapılar... İsteyerek o açık kapı(lar)dan girersek eğer yaşam(an)ın birçok olanağıyla yüzleşiriz. İşte, Şenay'ın Tuhaf Hikâyesi de böyle bir yüzleşmeye fırsat veriyor. Kendi karmaşamıza ara verip başka karmaşaları fark edebilmemiz ya da kendi karmaşamızın içinde kendi payımızı alabilmemiz insanca olmaz mı? O halde, fark etmeye ve pay almaya ne dersiniz?

Öykülerden ilki bir çiftin, Zeliha'nın ve Hüseyin'in, öyküsü: “Hiç Üzülme”. Türa, bu öyküyle derdi ve umudu bir arada sunuyor ve belki de bize (okura) “Evet, dertlerimiz var, ama hayat hep iki uçlu; hiç üzülme. Umudu yakalayabilmek biraz da senin cevaplarında saklı: Nereden bakıyorsun ve ne(ler) yapabilirsin?” mesajını vermek istiyor.

Bedel ödemenin bir biçimi: “Geçmişteki Şenay'a geri dönemem”

Ardından kitabın adını okuyunca nasıl bir tuhaflık olduğunu hemen merak ettiğimiz o öyküye geliyor sıra: “Şenay'ın Tuhaf Hikâyesi”. Şenay'ın hikâyesi, tuhaf olduğu kadar etik açıdan oldukça ağır bir sorumluluk da yüklü; çünkü, karşımızda duran tuhaflık öyle basit nedenlerle oluşan ya da sıradan haliyle anladığımız bir tuhaflık değil. Şenay'ın hikâyesindeki tuhaflıkta bedel ödemenin bir biçimini görüyoruz aslında.

Hikâyenin baş karakteri Şenay Demra, gazete kupüründe “Yüzsüzler Rüşvet Operasyonu” başlığıyla yer alan haberle ilgili röportaj vermek için eski bir arkadaşının oğluyla buluşur, ama bu buluşma yalnızca onların buluşması değildir. Böylece Şenay'ın “tuhaf” hikâyesi de bizimle buluşur. Mete, gazetecilik bölümü öğrencisidir; ilk röportajını yıllar önce kapanan bu davanın son tanığı Şenay'la yapmak ister.

Şenay, çalıştığı şirkette senelerdir ertelemek zorunda kaldığı ihtiyaçlarını düşünerek yöneticisinin isteğini yerine getirir: Onun kendisine verdiği kod numarasıyla örtüşen dosyayı gizli arşivden alır ve haftalar sonra banka hesabına o uçuk ödeme yapılır. Şenay'ın yüzüyle adım adım vedalaşmaya başlayacağı, “yüzsüzleşeceği” gün işte tam da o gündür. “Yüzsüzleşmesinin” başlangıcını şöyle paylaşır Şenay: “(...) Olacak iş değil. O gün başladı her şey, o amansız kaşıntı da, gün boyunca devam eden göz seğirmesi de. Yüzüm kaşınmaktan kıpkırmızıydı. Sabah aynada derileri soyulmaya başlamış bir yüz ile karşılaştım. (...)”.

Mete'nin karşılaştığı cilt değişikliklerinin tedavisi için bir doktora başvurup başvurmadığıyla ilgili son sorusuna Şenay'ın cevabı hepimize ne çok şey söylüyor, hepimizi olup bitenleri sorgulamaya çağırıyor: “Bunu ben de çok düşündüm Mete. Ama aslına bakarsan, hiç doktora gitmedim. Yeni görüntümle yaşamayı öğrenmek zorunda olduğuma inandım. Yıllardır eski fotoğraflarıma da bakmıyorum. Eski yüz ifadem yavaş yavaş anılarımdan siliniyor gibi. Bu gerçekten umurumda mı, onu da bilmiyorum. Dava benim açımdan hukuki olarak kapanmış, gerekenler yapılmış olsa da ben artık değiştim. Geçmişteki Şenay'a geri dönemem”.

Öncelikle güneşi doğurtmak olsun bütün çabamız

Altmış Saniye'yle yine bir sorgulamanın içinde buluyoruz kendimizi. Adını bilmediğimiz bir sürücünün aracıyla ilerleyebilmek için yeşil ışığın yanmasını beklediği o kısacık bir dakikanın içinde gördükleri ve hissettikleri içimizi sızlatıyor. Bir ana caddenin trafiğinde küçük bir kız ve sürücünün muhtemelen babası olduğunu düşündüğü bir adam... Arabaların arasında boncuk satan adamın ve gözleri adamı arayan küçük kızın göz göze geldiği bir an... Sadece bir dakika içinde bunları ve daha fazlasını görüyor sürücünün gözleri. Sonra dilinden önce belki yüreği şunları söylüyor kendi kendine: “Aynı gök kubbenin altında yaşayan bizler birbirimizin varlığından habersiz, hatta birbirimizi umursamadan kendi bulanık, derin ve karanlık düşlerimize sığınmaya, avunmaya, maskelerimizi parlatmaya, belki de hiç olmayan yarınlarımız için planlar yapmaya devam edeceğiz. Güneş doğana kadar ya da kim bilir, kıyamet kopana kadar belki”... Evet, ya güneş doğacak ya kıyamet kopacak; ama öncelikle, yine de, güneşi doğurtmak olsun bütün çabamız.

Bir kısmını başlangıçta okuduğunuz “Evler” şiiri şimdi daha fazla anlam kazanıyor sanırım. Elif Türa'nın öykülerinde evlerin içindekiler işte böyle mercek altına alınıyor. Hayatın tam içinden, çok dokunaklı tam yirmi iki öyküden oluşan bu ilk kitap, yaralarımızı hem sarıp sarmalıyor, iyileştiriyor hem de onları fark etmemizi, onlara dokunmamızı sağlıyor. Ne de olsa, evlerin içindekiler için hayat hep böyle akıyor.

Etiketler; Elif Türa

ARŞİV