Merve Yakut, edebiyat ve sinemanın dilini ortaklaştırdığı ilk kitabı Godard Makinesi ile Kadıköylü yönetmen Cemşit Somel’in sinemaya olan tutkusunu anlatıyor. Yakut bunu yaparken, okurları 40 yıl öncesinin Kadıköy’üne de götürüyor. Bir dönem romanı da olan Godard Makinesi’ni, Kadıköy’ü, sinemayı ve Kadıköy’ün sinemalarını Merve Yakut ile konuştuk.
“OKULDAN KAÇIP SİNEMAYA GİDERDİM”
Kadıköy’ün Erenköy semtindeki Erenköy Kız Lisesi’nde okudum. O yıllarda okuldan kaçıp kaçıp Kadıköy’e, sinemaya giderdim. O zamanlar Kadıköy’deki sinemaların sayısı daha fazlaydı. Örneğin, romanımda adını andığım Broadway Sineması vardı bir zamanlar. Yine, Godard Makinesi’nde adı geçen sinemalardan, Bahariye Sineması... O da maalesef yalnızca hatıralarımızda yaşıyor. Süreyya Operası’nın Süreyya Sineması olarak var olduğu yıllarda, o ihtişamlı, kırmızı salonda çok film izledim. Sanıyorum, elimizde kalan en önemli iki eski sinema, Rexx Sineması ve yakın zamanda yeniden açılıp biz sinemaseverlerin yüzünü güldüren Kadıköy Sineması. Evet, sinemayı çok seviyorum. En az edebiyatı sevdiğim kadar. Bu iki sanatın birbirinden beslenmesini önemli buluyorum.
Jean Luc Godard ile tanışmam, üniversite yıllarıma rastlar. Yönetmenin en meşhur filmlerinden À Bout de Souffle’u izlemiştim ilkin. Hikâye anlatımındaki uçarılıklar, kamera hareketleri, oyuncu seçimleri, oyunculukların doğallığı, yakın çekimlerin estetiği ve elbette senaryo beni çok etkilemişti. Ardından, birbiri ardına Godard filmleri izledim. Godard, 88 yaşında bir deha. Ve hâlâ film çekmeye devam ediyor. Sinema, Godard ile bambaşka bir yola girdi. Biz de o yolda heyecanlanmaya devam ediyoruz hâlâ. Çok, çok yaşasın Godard!
BİR DÖNEMİN KADIKÖY’Ü
Kadıköy, benim kişisel tarihimde özel bir yere sahip. Bir genç kız olarak varoluşumu sürdürmeye başladığım, bedenimi ve ruhumu keşfetmeye daha çok kafa yorduğum, çoğu zaman asileştiğim dönemde Kadıköy’e sıkça gidebildiğim için bugün kendimi şanslı görüyorum. Unutulmaz anılarımın mekânı olmuştur Kadıköy. İstanbul’un başka hiçbir ilçesinde Kadıköy ruhunu bulamazsınız. Ayrıca, sanata değer veren bir ilçe Kadıköy. Bu açıdan da emsalsizdir kuşkusuz.
Godard Makinesi’nin büyük kısmının Kadıköy’de geçmesi, hem özlediğim ilk gençlik yıllara bir selam gönderme, hem de Kadıköy’ün yüzyıllar boyunca sanatçıları kucaklayan yönüne bir atıftır. Cemşit Somel’in önce Moda’da, daha sonra Yeldeğirmeni bölgesinde yaşaması, karakterin iki farklı dönemine işaret ediyor. Kadıköy bu çeşitliliğe sahip, çok güzel bir ilçe. Godard Makinesi’nde Haydarpaşa İstasyonu’na, Baylan Pastanesi’ne, Bahariye Caddesi’ne, Moda Plajı’na, Şair Latifi Sokak’a, Moda Caddesi’ne, Tarihi Kadıköy Çarşısı’na, Koço Meyhanesi’ne, Moda Çay Bahçesi’ne, Kadıköy’ün eski sinemalarına yer vererek, Kadıköy’e naçizane bir armağan sunmuş sayıyorum kendimi.
Elbette. Romanımı beş yıllık bir sürede yazdığımdan, dönemi ve dönemin Kadıköy’ünü etraflıca araştırmam mümkün oldu. Babam anlatırdı; 70’li yıllarda arkadaşlarıyla Moda Plajı’nda denize girerlermiş. Araştırdım, araştırdıkça “Keşke bugün de...”li cümleler dilimden düşmez oldu. Bu özlemle ve arzuyla, Moda Plajı’nda geçen bir bölüm yazdım mesela.
Jülide Eczanesi, hayali bir eczane. Godard Makinesi’ndeki adreste, “Moda Caddesi, Numara: 64”te bir eczane yok. 64 numarayı seçmem, 1964 yılına, yani Cemşit’in izlerken sinemacı olmaya karar verdiği filmin (Bande à Part) yapım yılına bir göndermeydi. Belki okurun zihninde, yine Moda Caddesi üzerindeki, İstanbul’un en eski eczanelerinden, 1902 kuruluş tarihli “Yeni Moda Eczanesi” belirebilir. Bu eczaneyi romanı yazmaya başlamamdan çok evvel de biliyor, eczanenin önünden her geçişimde, vitrini ve içeriyi izlemekten kendimi alamıyordum. Jülide Eczanesi o kadar eski bir eczane değil ama her eczane gibi cümbüşlü, renkli, çeşitli ürünlerle doldurulmuş bir “medikal lunapark” olarak romanda konumlanıyor. Bu cümbüş, renk, çeşitlilik; sinemada da var elbette.
BUNALIMDAKİ ERKEKLER?
Doğru. Cemşit, Zeki Demirkubuz’un Kader ve Masumiyet adlı zincir filmlerindeki başkişi Bekir’e hayli benziyor. Hâliyle, Jülide de o filmlerin femme fatale kadını Uğur’a göz kırpıyor. Yeni Türkiye Sineması’ndan değil de eskilerden örnek vereceğim; Türkân Şoray’ın Vesikalı Yarim’deki hâli, tavrı, acımasızlığı, hatta belki soğukluğu; Film Noir döneminin femme fatale kadınlarına çok benziyor bence. Türkân Şoray’ın Vesikalı Yarim filmindeki açılış sahnesindeki sigara içişiyle, Lauren Bacall’ın To Have and Have Not filmindeki sigara içişini kolaylıkla yan yana getirebiliriz.
Godard Makinesi’nin “film gibi bir roman” olmasını istemiştim. Sanıyorum, öyle de oldu. Okurun yorumu da çoğunlukla “film gibi bir roman” biçiminde. Sinemanın olanaklarını romanda kullanmak, zevkli olduğu kadar zor bir işti. Fakat karşılığı da olumlu yönde oldu. Okur, bu yöntemi oldukça sevdi.
Cemşit, sinema kariyerinde yenilik peşinde koşsa da özel hayatında Yeşilçamvari melodramların klişelerini yaşayan biri. Aslında karşılıksız aşkında ısrarcı, çoğu saplantılı âşık için bu tanımlamayı yapabiliriz. Cemşit’in de hayatı sinema ve Jülide olarak ikiye bölünmüş durumda. Bunlardan hangisi ağır basacak, Cemşit’in başına neler geliyor; bunları burada anlatmak istemem. Romanı merak edenler için “spoiler” vermiş olmayalım.