Tomáš Hetmánek, Çekya kökenli, Kadıköylü bir fotoğrafçı ve müzisyen. 11 yıldır Moda’da yaşayan Hetmánek ile ilk röportajımızı 2017 senesinde yapmıştık. Zira kendisi, 1.5 asır öncesinin fotoğraf yöntemi olan ıslak plaka tekniğini, yaşadığı semt olan Moda’daki stüdyosunda körüklü makinesiyle günümüze taşımakla kalmayıp, bununla ilgili bir de ilk kişisel sergisi yine Moda’da açmıştı. Şimdilerde 8. sergisinin heyecanında. Mekan yine çok sevdiği semt; fakat bu kez bir galeride değil, muhitin sanat mekanı haline gelen, bugüne dek pek çok sergiye ev sahipliği yapan lokal kahveci Tribu Caffe Artigiano’da fotoğraflarını sergiliyor. Hetmánek’in 11 Ekim’de “Topography of Unnecessary Suffering” (Gereksiz Acının Topografisi) başlığıyla açılan 9 eserlik mini sergisi, 11 Kasım’a dek Ağabey Sokak’taki kafede izleyenleri selamlıyor olacak. Biz de bu vesileyle yine bir röportaj yapalım dedik. Buyrun, Tomáš Hetmánek’in anlattıklarına.
- 6 yıl önceki röportajımızdan anımsıyorum, fotoğraf çektirmeyi bile sevmiyordunuz fotoğrafçılığa başlamadan evvel. Bu süreçte fotoğrafçılığınız nereden nereye evrildi?
9 senede teknik açıdan kendimi bulduğum gibi hissediyorum. Bana uygun süreç ve teknikler kullanmaya başladım. Sonunda bir teknik hakimiyet kazandıktan sonra, fotoğrafta istediğim konular üzerinde çalışmaya başladım.
- Yeni yöntemler denemeyi seviyorsunuz. Islak plaka yöntemini kullanıyordunuz, şimdi mordançage. Nasıl bir yöntem, nasıl tanıştınız?
Sevdiğim fotoğrafçıların çalışmalarında gördüm bu tekniği. Çok beğendiğim için kendim de denemek istedim. İnternetten öğrendim nasıl yapılacağını. Mordançage, eski bir pozitiften negatif çevirme tekniği. Ancak ben ve bu tekniği kullanan birkaç kişinin pratiğinde negatife çevirmek kullanılmıyor. Bir takım efektler ve baskı üzerinde manipülasyon yapma yöntemi olarak kullanıyoruz
- Çektiğiniz –bir nevi ‘yarattığınız’ da diyebiliriz- fotoğrafları bir duvara asıp, insanlara göstermekteki itkiniz ne?
Sanat ya da herhangi yaptığımız bir şey, bir ifadedir. Yani ben o fotoğraflara birşeyler yüklüyorum. Onun da görülmesi ve hissedilmesini istiyorum. Bunu da insanlarla paylaşmazsam olmaz. Asıl anlamı o zaman kazanıyorlar.
“MAHALLEMİZİN HİBRİT MEKANI”
- Sergi için neden Tribu’yu tercih ettiniz? Yani neden bir galeride değil de bir kafede?
Tribu’yu ve sahibi İlker’i (Arı) çok seviyorum. Bu kafeye gelen insanlar çok nitelikli kişiler. Böyle insanların benim çalışmalarıma bakması, onları düşünmesi hoşuma gidiyor. O nedenle İlker böyle bir teklifle geldiğinde hiç tereddüt etmedim. Tribu, hem kafe hem küçücük bir sergi mekanı. Mahallemizde böyle hibrit bir mekan olması çok hoş. Fotoğraflarımın da bu kafenin duvarında yani hayatın içinde olması hoşuma gidiyor.
- Serginizin adı çarpıcı... Gereksiz Acının Topografisi başlığı ne anlatıyor?
Topoğrafya, yüzey şekilleri bilimi demek, bildiğiniz üzere. Fotoğraflar da bir çeşit yüzey. Altlarında, arkalarında bir şey var ama biz sadece yüzeye bakarak anlamaya çalışıyoruz. Topografi bağlantısı oradan geliyor. Başlığa gelince; her acı gereksizdir. Maalesef… Bu dünyada esiriz gibi hissediyorum. Hiç kimse acı çekmek istemiyor ama nedense hepimiz günün sonunda çekiyoruz. Hiç gerek olmadan hem de.
- Gereksiz acılar temasından hareketle, fotoğraflarınızın toplumsal olaylar ya da adaletsizliklerle olan ilişkisi var mı? Bu sergiyle bir sosyal ya da politik mesaj vermeyi hedeflediniz mi?
Açıkçası sergim herhangi bir sosyal ya da politik mesaj içermiyor. Daha çok insanın varoluşuyla alakalı bir şeyden bahsediyorum. Politik, toplumsal olaylar beni ilgilendirmiyor. Ben daha derin şeylerle ilgilenmek istiyorum. Yani bütün zamana, tüm insanlığa dair şeyler... Serginin ismini, fotoğrafları herkes istediği gibi yorumlayabilir ama ben herhangi bir duruma tepki olarak kurgulamadım.
- İlk serginizde kadın modellerle çalışmıştınız, keza bu da öyle.
Seneler içinde birçok fotoğraf türü denedim. Kadın model, erkek model çektim, portre çektim, şehir, doğa çektim. İçimde bir şey var ve ‘Bunu yap’ diyor. Ben de yapıyorum. İçimdeki yaratıcı süreci takip ediyorum ki bu pek benim kontrolümde değil. Açıkçası çok da fazla düşünmüyorum. Çünkü düşündüğüm şeyler değil, ortaya çıkan iş önemli.
“TEK BİR ÇIPLAKLIK VAR”
- Sergi metninde çıplaklığı; savunmasızlık, erotizm ve hastane yatakları üzerinden ele alıyorsunuz. Bu farklı çıplaklık türleri arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz?
Farklı çıplaklık türleri yok, tek bir çıplaklık var. Üstünüzde kıyafetler var ama bir insan olarak aslında sürekli çıplaksınız değil mi? Doğarken çıplak geliyorsunuz, ölürken de öyle gidiyorsunuz. Giysilerin pek bir anlamı olmuyor. Ayrıca sadece insani bir çıplaklıktan bahsetmiyorum. Biri öldükten sonra o hastanedeki boş yatak, boş oda... O da bir çeşit çıplaklık. Bir şeyin yokluğu, bir şeyin savunmasızlığı, bir şeyin bitmesi...
- Fotoğraflarınızda hem estetik bir güzellik hem de acının rahatsız edici gerçeği var.
Dünyanın ana prensiplerinden biri paradoks. Bir şey paradoks değilse gerçek değildir. Dehşet verici ifadesi, Türkçe’de hem güzel hem korkunç anlamında mesela. Acının hem rahatsızlığı hem de güzelliği... İkisi de olması lazım. Çünkü dünya öyle bir yer.
- İzleyicinin fotoğraflarınızı sadece görsel olarak değil, duygusal ve zihinsel düzeyde de hissetmesini bekliyor musunuz?
Fotoğrafları duvara astıktan sonra, onlar yuvadan uçan kuşlar gibiler. İzleyicinden pek bir şey beklemiyorum çünkü öyle bir hakkım yok.