İstanbul’da kültür ve sanatın en önemli merkezlerinden biri haline gelen Kadıköy, birçok sanatçıya da ev sahipliği yapıyor. Onlardan biri de 2011 yılında Marmara Üniversitesi Film Tasarımı mezunu, genç senarist ve yönetmen Soner Sert. “Köprü”, “Baba”, “Ses”, “Ardından” adlı konularını toplumsal meselelerin oluşturduğu kısa filmleriyle dikkat çeken Sert’in “Hastabakıcı” adlı son filmi de festivallerden ödüllerle dönüyor. Kadıköy Belediyesi’nin de desteklediği film, Türkiye’de hastabakıcı olarak çalışan Rus bir kadının hikâyesini konu alıyor. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) tarafından 50. SİYAD Ödülleri’nde 2017’nin en iyi beş kısa filmi arasına seçilen film, birçok ödülün yanı sıra 14. Akbank Kısa Film Festivali’nde ve 23. Türkei Deutschland Film Festivali’nde finalist oldu. Biz de Soner Sert ile sinema anlayışı üzerine söyleştik.
“SANAT ÜRÜNÜ OLARAK GÖRÜLMÜYOR”
Öncelikle şu ayrımı yapmak gerekiyor sanırım: Kısa film ve uzun film biçimsel form olarak birbirinden tamamen ayrı ve bağımsız bir sanatsal yapı üzerine kurulu. İkisinin ortak noktası bir hikâye anlatılıyor ve kamera ile çekiliyor oluşu. Ancak genelde kısa film, uzun filmin ön aşaması olarak görülüyor. Ben bu iki yapının ayrı ve bağımsız alanlar olduğunu düşünüyorum. Kısa filmin avantajlarını şöyle özetleyebiliriz: Evvela sinema gibi pahalı bir sanat dalına göre üretmesi daha ucuz. Fikirsel olarak yaratım alanı uzun filme göre daha zor olduğu için daha yaratıcı olmak zorunda… Bence bu da bir avantaj… Prodüksiyon anlamında daha kısa zamanda çekilebiliyor. Bu da içerikle bağlantı olarak söylüyorum, ortaya çıkan eserin güncel olmasına yol açabiliyor. Dezavantajı ise hala bir sanat ürünü olarak görülmüyor oluşu bence. Pek çok mecrada ne yaptığınız eserin ne de o eserin yaratıcısı olarak sizin bir kıymetiniz olduğunu düşünmüyorum. Bu durum hem maddi hem de manevi açıdan geçerli.
Bir süredir hazırlanıyorum, Duvar isimli bir senaryo üzerine çalışıyorum. Ancak ondan önce Nisan ayı başlarında Köpek isimli yeni bir kısa film çekeceğim. Türkiye’de yaşamaya çalışan Afrikalı sığınmacılar üzerine bir film olacak.
“KURMACA DÖNÜŞTÜREBİLİR”
Bence sorun evvela kendini nasıl konumlandırdığın ile ilgili… Varoluşunu, neyin üzerine ve nasıl kuruyorsun mesela? Diyalektik materyalizmi, sınıfsal ve etnik kimliğimden dolayı henüz küçük yaşlarda, tamamen günlük hayatta ve sistemin zorlamasıyla algılamaya çalıştıktan sonra, aklım ermeye başlar başlamaz bilimsel olarak da kavramaya çalıştım. Bu durum, sinemaya ilgi duyduktan sonra, belgesel film yapımına yöneltti. Gerçeğin etkileyici yönünü kullanarak, filmi izleyen insanlara neyi göstereceğimi düşündüm. Ancak çok kısa süre sonra bu yöntemden vazgeçtim ve belgeseli bırakarak kurmaca film yapmaya çalıştım. Çünkü insanları etkileyen şey gerçekler değil, duygular. Şu an herkes neyin ne olduğunu biliyor, gerçeği ötelemek istese de görüyor ve algılıyor. Ancak yaşanan tüm bu travmaya dair yeterince güçlü hislerimiz yok. Biliyoruz, görüyoruz, tanımlıyoruz ancak yeterince güçlü duygulara sahip değiliz. Kurmaca olan bu hesapta iş görebilir. Etkileyebilir, değiştirebilir, dönüştürebilir. En azından ben böyle olduğuna inanıyorum.
Öncelikle aklıma bir hikâye ya da bir an geldiğinde, bunun bir film olma yolunu bulup bulamayacağımı düşünüyorum. “Bundan bir film olur mu? Olursa nasıl bir film olur? Bu an veya bu hikâye beni etkiliyor, aklımdan çıkmıyor ancak bir başkası bunu dinlediğinde, okuduğunda ya da izlediğinde o da etkilenecek mi?” gibi sorular aklımın bir köşesinde dönüp duruyor. Bütün bu süreçte ise anlatmak istediğim hikâyenin ideolojik yönünü de kafamda tartıyorum. Şunu dediğim de oluyor yani… “Evet, bu hikâyeden bir film olur ancak ben hayata dair sözümü bu hikâye vasıtasıyla söyleyemem.” deyip vazgeçtiğim de oluyor. Bu kimi zaman hikâyenin yapısından, kimi zaman da maliyetten kaynaklanıyor. Hastabakıcı ise iki yönden dolayı aklımdan çıkmadı. İlki, işçi sınıfına dair bir hikâye anlatıyor oluşu, ikincisi ise etnik kimlikten dolayı. Bu bağlamıyla da yaptığım ya da yapmaya çalıştığım bütün filmlerin otobiyografik yanı olduğunu da söyleyebilirim. Kendimi oraya koyup öyküleştirdim ve sonra karakterin milliyetini ve cinsiyetini değiştirdim. Onun dışında olan şey, tamamen benim…
Ben bugüne değin yaptığım kısa filmlerde çöküş hikâyesi anlatmayı tercih ettim. Karakterimiz, türlü vasıtalarla sistemle bir mücadeleye girişiyor ve hep kaybediyor. Bunu tercih etmemin sebebi ise tamamen ideolojik… Seyirciye bir katarsis sunup, iyi vakit geçirip arınmasını sağlamak ve salondan ya da bilgisayar başından mutlu ve mesut ayrılmasını sağlamak beni ilgilendirmiyor. Bu anlatım biçimine saygı duyuyorum ve garipsemiyorum ancak bu yolu tercih etmiyorum. Çünkü hayata karşı bir pozisyon alan ve kendini var etmeye çalışan karakterlerin ve o karakterlerin temsil ettiği öznelerin hikâyelerini anlatmayı seviyorum. Kamerayı onun bakış açısına göre yerleştiriyorum, hayatı onun gözlerinden görüp, çöküşü onun gözlerinden anlatmayı seviyorum. Çünkü hayat ve bu hayatı yaratan sistem, bizleri türlü türlü kimliklerimize göre ayırıp, ona göre yargılıyor ve yalnızlaştırıyor. Hâlbuki çok olan biziz ve birbirimize benziyoruz. Rus bir hastabakıcının gelip Türkiye’de zengin bir kadının altını silmesiyle, Tuzla’dan Etiler’e giden Kürt bir hastabakıcının zengin bir adamın altını silmesi arasında fark yok. İkisi de etnik kimliğinden dolayı ucuza çalışıp, çocuklarının yapmadıkları şeyi yapıp, onların ebeveynlerine bakıyorlar. Bu beni rahatsız ediyor.
“FAŞİZM ‘AYNI’LAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR”
Faşizm dünyanın çeşitli bölgelerinde iktidara geldikten ve kitleler arasında organize olup bir yaşam biçimine dönüşten sonra, hep tek bir kimliğe bürünmüştür: Aynı olmak. Bu aynılığın dışına çıktığınız anda kafanıza balyoz ile vurup, silikleştirmeye, sizi yok etmeye çalışırlar. Bu süreçten sonra önünüzde tek bir yol kalıyor. Ya aynı olan kitleye göre hareket edip tek tipleşeceksiniz ya da bulunduğunuz alanı koruyup farklı kalmaya ve mücadelenin objektif şartlarını oluşturmaya çalışacaksınız. Ben, yapmaya çalıştığım kısa filmlerde, kendi olarak var olmaya çalışan ve işçi sınıfına mensup karakterleri anlatmaya çalışırken, şu noktanın üzerine basıyorum: Siz, kendiniz olarak kalarak hayatta kalmaya çalışıyorsunuz ancak onlar buna müsaade etmiyorlar. Silikleşmenizi ve aynılaşmanızı istiyorlar. Genelde karakterlerim bu yola doğru savruluyor ve sistemin istediği bireyler haline dönüşmeye çabalıyorlar ancak bu hiç mümkün olmuyor. İyice batıyorlar. Ve bence çöküş de tam olarak burada başlıyor. Bundan sonrasını ise seyirciye bırakıyorum. Artık top sizde!
Türlü şekillerde sistemle mücadeleye girişen karakterlerin anlatıldığı ve “kötü adam”ın sistem olduğu kısa filmlerde, kötüyü göstermenin anlatımı zayıflatacağını düşünüyorum. Ben, kötü olan sistemi temsil eden kişileri göstermek yerine onları gizlemeye çalışıyorum. Çünkü kötülük bireyseldir ve herkesin zihninde ayrı ayrı yer etmiştir.
“KESİN BİLGİ, PAYLAŞALIM”
Teveccüh etmişsiniz, teşekkür ederim. Ben de genç bir yönetmen olarak, maddi ve manevi mevcut sıkıntılara aldırmadan kısa film üretmeye devam ediyorum. Hayata dair olan, yaşama dokunan her an, her karakter bir öykü yaratabilir bence. Bunları yakalamaya çalışıp, öyküleştirip, dostlarım aracılığıyla kameraya almaya çalışıyorum. Bence yol bu. Moda deyimle söylersek, “kesin bilgi, paylaşalım.”