Sona Ertekin… Erzincan doğumlu, Ankara büyümeli, Kadıköy geçmişli bir dünya insanı… Edebiyat okudu, sinema-tv yüksek lisansı yaptı. Ana akım ve yeraltı yayınlarında yazdı, radyo programcılığı ve sunuculuk yaptı. 2008’de ofis yaşamını geride bırakıp serbest çevirmen olarak Uzak Asya’nın tropik ve dağlık bölgelerini dolaştı. Kaya tırmanışı, ateş jonglörlüğü, dalış, Tibet masajı, yoga ve modern dansla ilgilendi. Şimdilerde Türkiye’nin güney kıyılarında yaşıyor, yazıyor, fırsat buldukça dalıyor, sağlıklı lezzetler yaratmakla ilgileniyor ve pole (direk dansı) dans eğitmenliği yapıyor.
Ertekin’in bu hareketli ve enterasan hayat birikiminden bir de roman doğdu; “Arızanın Merkezine Seyahat”. Mundi Yayınları’ndan çıkan 373 sayfalık bu kitap, yazarının tanımıyla komik, fantastik ve romantik bir macera! Gizemli bir kitabın peşindeki maceraperest bir ödül avcısını ve kırgın bir kitap dedektifini Moda’nın dar sokaklarından Kamboçya ve Bali sahillerine, yağmur ormanlarından yanardağların zirvesine sürükleyen soluk soluğa bir dünya yolculuğu…
Yazar-sinema eleştirmeni Sevin Okyay’ın “Bana sanki benim için yazılmış gibi geldi” diye tanımladığı romanı, Sona Ertekin anlatıyor.
Kelime oyunları günlük yaşamımda da, yazarken de her zaman hayatımın, kişiliğimin bir parçası olmuştur. Jules Verne ise edebiyatın macera kanadında çocukluğumdan bu yana önemli ilham kaynaklarımdan biri. Aslında kitabın konusuna bakarsanız Jules Verne'in Arzın Merkezine Seyahat kitabından ziyade balon temasıyla Balonla Beş Hafta'ya, hızlı bir seyahat temasıyla da 80 Günde Devriâlem'e daha çok göz kırptığını görebilirsiniz. Ancak bu başlık benim için Verne'in de ötesinde kendi arızalarımızı iyileştirmek için o arızanın merkezinden geçen bir yolculuğu ifade ediyor.
“UÇURUMDAN ATLAMAK GİBİ…”
Kendimi bildim bileli yazdım ve hayatımı da bu şekilde kazandım. Çoğu zaman sadece düşüncelerimi, hislerimi toparlamak için bile oturup yazmam gerekiyor. Günün birinde bir roman yazmak benim için kökleri çok çok eskilere uzanan bir hayaldi ama kolayca ya da doğal bir şekilde yazmakla "roman" yazmak arasındaki dev uçurumu bu 8 yıllık yolculukta bizzat tecrübe ettim. Bu benim için uçurumdan atlamak, sonra geri tırmanıp bir kaç kez tekrar atlamak gibiydi. Son derece eğitici, geliştirici bir deneyim oldu benim için.
Evet, bu ilk kitabım. Gerçi lisedeyken sevgili dostum Didem Nasman'la "Pare-i Sükûn" başlıklı, fotokopiyle çoğalttığımız ortak bir şiir ve deneme kitabı yazmıştık ama onu saymıyorum :) Bana ait olmayan ama dokunduğum kitaplar da var tabii. Barbarları Beklerken kitabı çevirisinin bir kısmını üstlendim. Bülent Diken ve Carsten Bagge Laustsen'in Filmlerle Sosyoloji kitabını ve Tom Robbins'in en sevdiğim romanı Kovboy Kızlar da Hüzünlenir'i büyük aşkla çevirdim. Sevgili hocam Ömer Madra ile yaklaşık 5 yıllık bir süre içinde hazırladığımız Açık Kitap'ın editörlüğünü yaptım.
“İSTANBUL'DAN EGZOTİK İKLİMLERE…”
Öyleyse ben de henüz okumamışlar için anlatayım :) Bu İstanbul'da başlayıp tropik ve egzotik iklimlere uzanan bir yol macerası. Bu macerada mesleğine küsüp Moda'da vegan kafe açan kitap dedektifi Leyla ve ödül avcısı Hakan gizemli bir kitabın peşine düşüyorlar. Peşlerinde bu kitabı elde etmeyi arzulayan farklı karanlık ve aydınlık güçler var. Onlar bu gizemi çözmek için bilinmezliklerin peşinde sürükleniyor, biz de oturduğumuz yerde maceranın kokusunu içimize çekip hayallere dalıyoruz.
Bu kavramlar kitabın baş karakteri Leyla'nın inandığı değerler olarak karşımıza çıkıyor. Kadının cinselliğinin geri alınması, oyuncu ve uçarı bir neşenin hayata geri kazandırılması ve günlük yaşamın, gerçekliğin bizi doğaya bağlayan toprak temasından kopmadan hayal gücünün uyandırılması üzerine diyebiliriz. Bu değerlere göre sadece hayatta olmak yeterli değil... Vahşiliğimizi korumak, canlı kalmak ve olumlu ya da olumsuz, yaşadığımız her ânın tadını çıkarmak gerekiyor.
Doğrusu Mevlana ve Robbins'i birbirinden uzak görmüyorum. Bu iki alıntı ise birbirini kusursuzca tamamlar nitelikte. Mevlana, “Âşıklarla baş edecek gücün yoksa aşka niye hayret ediyorsun, etme” diyor. Aşkın büyük cesaret istediğinden dem vuruyor ki bu bir gerçek. Tom Robbins ise “Akıyorsa lavabonun üzerinde ye” diyerek cesaretin kusursuz bir kendinden emin olma hâli anlamına gelmediğini, bazen yüzümüze gözümüze bulaştırmayı, rezil olmayı göze almamız gerektiğini hatırlatıyor. Bana göre en büyük cesaret kendi kırılganlığımızla buluşmaktır.
Umarım ki herkes kendine dair aramaktan nicedir vazgeçtiği, bir yerlerde unuttuğu, ne zamandır özlediğini bile fark etmediği küçük sürprizler bulsun. Bir yol macerasıyla birlikte bilinmeze sürüklenmenin keyfini çıkarsın.
KADIKÖY ÇOCUĞU LEYLA’NIN MACERALARI
Kitap dedektifi Leyla, Moda'da büyümüş. Babası öldükten sonra bir takım sebeplerden dolayı mesleğine küsüp kitap dedektifliğini bırakmış. Aile yadigarı sahaf dükkanını kapatıp yerine bir vegan kafe açmış. Kitabın bu kısmının yazıldığı sekiz sene öncesinde Moda'da bir tane bile vegan kafe yoktu ama şimdi bolca var :) Leyla bir Kadıköy çocuğu olduğu için macera da burada başlıyor.
Üniversite'yi Ankara'da bitirdikten sonra Bilgi Üniversitesi'nden kazandığım bursla Sinema-TV master programı için İstanbul'a geldim. Geliş o geliş. İlk 7 senesinde Rumelihisarı'nda yaşadım ve büyülendim. Sonrasında Kadıköy'e taşındım ve yaklaşık 10 yılım da Fenerbahçe'de geçti. Caddebostan sahilinde bisiklete binip paten kaymanın, Reks Sineması'nın, Kadıköy ve Moda sokaklarının, Karga'da biralamanın keyfini çıkardım. Her hafta Göztepe pazarından alışveriş yapıp eve gelince balık salata sefası yaptım. Bu güzel semtte yaşadığım için kendimi şanslı hissettim. Daha sonra eşimle birlikte Kaş'a taşındık. Şimdi de zorlukları ve güzellikleriyle sıcak sahillerde yaşamayı deneyimliyoruz.
“KADIKÖY HUZUR VE KEYİF DEMEK”
Aslında Kadıköy'ü kasvetli ya da hüzünlü bulmuyorum ama bir Ankaralı olarak bana büyüdüğüm kenti hatırlatan sıcacık, şefkatli, tanıdık bir havası var diyebilirim. Dolayısıyla bende neredeyse çocukluktan kalma bir nostalji hissi uyandırıyor. Avrupa Yakası'nın, Beyoğlu'nun vahşi ve tekinsiz halleri, Etiler cangıllarındaki ajans ve plazaların yırtıcı tavrı burada yok. Benim için Kadıköy huzur, keyif ve güven demek. Çay bahçesi, simit, dondurma külâhı, parklar, banklar, sahildeki kayıklar gibi...
Ankara'dan Rumelihisarı'na 2000 yılında taşındım. Kadıköy'e geçişim ise 2007'yi buldu dolayısıyla İstanbul'a dair çocukluk anım fazla yok ve olanlar da Kadıköy'e dair sayılmaz. Fakat anneannemin Fenerbahçe'de yaşadığı dönemde onu ziyaret ettiğimizi, sonra onu evde bırakıp gezip tozduğumuz sırada bir alışveriş merkezinde KFC'den “biscuit” denen ekmeklerden alırken bize yakalandığını hatırlıyorum. Meğer gizli zevklerinden biriymiş :)
Kadıköy'ün son derece kendine özgü, belirgin bir karakteri var. İstanbul'da pek çok kişiye kucak açıyor, besliyor, büyütüyor. Beyoğlu'ndaki erozyon dolayısıyla Avrupa yakasının kültür sanat ve eğlence yaşamı da büyük ölçüde Kadıköy'e taşındı. Yeldeğirmeni'nden Yoğurtçu'ya gitgide zenginleşen bir canlılık merkezi oldu. Dolayısıyla çağdaş edebiyatımız içinde yer etmemesi imkânsız gibi bir şey.
Kadıköy'de, Fenerbahçe'de üretmiş olduğum, yolu Kadıköy'den geçen bazı öykü ve şiirlerimin yakında su yüzüne çıkmasını umuyorum. Kadıköy'ü merkez alan bir kitap ise henüz ufukta görünmüyor ama bu semtte geçirdiğim yılların artık benim bir parçam olduğu su götürmez. Zaman ne getirir bilinmez ama hayatımın bir kısmını burada geçirdiğim için kendimi çok şanslı ve ayrıcalıklı hissediyorum. Artık uzakta yaşadığım için Kadıköy'e her gelişimde özlediğim pek çok şeyin keyfini çıkarıyorum.