“Sınav”, “Ayla”, “Uzun Hikâye” gibi filmlerin, “Kavak Yelleri” dizisinin senaristi Yiğit Güralp’in ilk kitabı “İyi Hissettiren Yazılar”, Masa Kitap etiketi ile okurla buluştu. Yazarın anıları ve deneyimleri, gözlemleri yanı sıra Barış Manço’dan Zeki Müren’e Tarık Akan’dan Emel Sayın’a pek çok usta sanatçıdan anekdotların yer aldığı kitap okuru iyiliğin, gülümsemenin, umudun ve normalliğin sokaklarında ufak bir gezintiye çıkarmayı amaçlıyor. İyi Hissettiren Yazılar vesilesiyle Yiğit Güral ile konuştuk.
* Kitaba geçmeden önce sizin okuma ve yazma yolculuğunuzdan başlayalım. Yiğit Güralp’in okuma ve yazma yolculuğu nasıl başladı?
3-4 yaşlarındayken evde beni bulamazlarmış, ortalıktan kaybolurmuşum. Bilirsiniz soğukta soba oturma odasında yıkılırdı, salon sadece misafirlere açıktı. Beni salondaki büyük masanın altında bulurlarmış. Bir kukla gösterisi yapar gibi ellerimi birbirleriyle konuştururmuşum.
“HEP YAZAN BİR ÇOCUKTUM”
O zamanlar çoklu kişilik bozukluğu falan gibi de algılanabilir, ruhsal yolunda gitmeyen şeylerin de çıkarımını yapılabilirdi ama benim ilk maceram oralarda başlıyor. Daha sonra altılı yaşlarda çok sevdiğim iki tane oyuncak vardı. Biri lego öbürü de kaydırmalı puzzlelar. Bunlar farkında olmadan benim kurgu yeteneğimi geliştirdi. Bakırköy'de yani adım başı sinema olan bir yerde doğup büyümenin ve annemin beni hafta sonu sinemaya götürmesinin benim için çok büyük etkisi oldu. Bunun yanı sıra okumaya düşkün bir çocuktum. Ajandalar dolusu çocuksu şiirler yazardım. Yani hep yazan bir çocuktum.
* Sonra çalışma hayatına atıldınız. Bir süre mağazacılık yaptınız ve müzik sektöründe çalışmaya başladınız.
Lise ikiden itibaren çalışmaya başladım. Yedi yıl kadar mağazacılık yaptım. Satış personelinden, reyon şefliğine, mağaza yöneticiliğinden insan kaynakları yöneticiliğine kadar çalıştığım bir süreç oldu. Mağazacılıkta müziği birleştirebileceğim ilk şey D&R yöneticiliği oldu. Hemen arkasından da Universal Müzik’te çalıştım. Dünya yıldızlarının bizim starlarımızla işbirliği yaptığı projelerde yer aldım.
* Bu arada yazmıyor muydunuz?
Çeşitli amatör yazılar yazıyordum. O dönem 7 yıl birlikte olduğum kız arkadaşımdan ilk ayrıldığımızda bir kitap yazdım. İsmi Yokluğunda idi. Sonra o kitaptan bir pasajı Dolu Dizgin dizisinin bir bölümünde kullandık. Aslında ilk yayınlanmayan eserim o (Gülüyor). Onu da bir tek kişi okudu. Sonra ayrılınca “Varlığın da Bir Yokluğun da” diye onun devamını yazayım gibi hain düşüncelerim oldu.
Bütün ilişkisini bir fayda sağlamak amacıyla kullanan adam pozisyonunda olmaktan hep çekindiğim için içimdeki tutkulardan kimseye bahsedemedim. Bu yüzden de biraz gecikti.
Askerden dönüşte Faruk Sorak “Müzik şirketi kuruyoruz” diye beni çağırdı. Ömer Faruk Sorak’ın ortağı Nuri Sevin ile dostluğumuz ve onun edebiyat tutkusu benim içimdeki yazarı keşfetmesi ve “sen yazarsın yazacaksın” diye teşvik etmesiyle bir yıl sonra Sınav filmi çıktı.
“HER ŞEY ÇOK SERT”
* Kitaba gelecek olursak, kitap fikri nasıl doğdu? Aslında 17 yıldır yazıyorsunuz ama İyi Hissettiren Yazılar ilk kitap. Neden bu kadar beklediniz?
Orada en büyük çekincem “zaten film yapıyor, dizi yaptı şimdi de bir kitap kusur kalsın, herkes de her işi yapıyor” gibi söylemler oldu. Ki böyle bir durum var ve bazen bende eleştiriyorum. O tayfadan biri olmayayım diye çekinceler yaşadım. Fakat işin asıl konuşmamız gereken kısmı; Haldun Taner gibi ustaları okuyunca benim hayatla ilgili gözlemlerimi yeni gözlemler olmadığı ve ustalar tarafından zaten çok önce anlatıldığını fark ettim. Benim bir meşrebim, kendi anlatım dilim oluşmadan tarihe not edilmiş şeyleri Amerika'yı yeniden keşfeder gibi yazmak Vizontele’de Emin’in televizyon için “Şerefsizim benim aklıma gelmişti” demesi gibi olurdu. İnsan zamanla daha olgunlaşıyor, sakinleşiyor. Dört yıl önce Masa Dergi’den Gamze İyem’in bana yazma teklif etmesi düzenli olarak denemeler, metinler biriktirmeme neden oldu. Asıl düzenli yazma miladı o zaman başladı. Cumhuriyet'te de yazılarım yayımlanmaya başladı. Canan arkadaşımız Medya Koridoru sitesini açtı. Orada sinema ve hayatla ilgili yazılar yazdım. Zaten sinema ve dizi zamanında “neden bir şey yayınlamıyorsunuz? Kitap çıkarmıyorsunuz” diyenler oluyordu. Masa ve Cumhuriyet’teki yazılardan sonra bu talepler artmaya başladı. O talebi görünce de mütevazı bir şekilde başlayalım dedik. Çok satması önemli değil, ben derdimi anlatayım dedim. Gördüğümüz ilgi benim sandığımdan daha fazla oldu.
*Kitaptaki yazılar birbirini bütünler yazılar. Bu tarz yazmanızın nedeni ne?
Aslında ilk kitap olarak ocak sonu yayımlanacak ikinci kitabımı düşünmüştüm. Adı Biraz Sert. Bugün yaşadığımız dünyanın neden hangi düşünce akımlarıyla buraya geldiğiyle ilgili bir kitap. Çuvaldızını hem bana hem de okura batırıyor. Okuru rahatsız edebilecek ideolojiler ve davranışlarla ilgili tespitlerim var. Fakat Biraz Sert’in zamanını doğru bulmadım. Çünkü zaten her şey çok sert. İlk tanışmamız böyle olmasın, ilk tanışmamız iyi hissettirerek olsun istedim. Üçüncü kitabı da nisan-mayıs gibi planlıyoruz. Adı da, “Adında Aşk Olduğu İçin Çok Satılan Kitap.” Orada da aşk, evlilik, cinsellik gibi konulardan bahsediyorum.
“OKURU MİSAFİR GİBİ GÖRÜRÜM”
* Siz bu kitabı nasıl tanımlarsınız. Bir dertleşme mi, öneri mi, deneyim paylaşımı mı?
Ben cevap olarak D hepsi diyeyim. Benim filmlerim de birçok tadı bir arada yaşatmak üzerine kuruludur. Her zaman izleyicimi bugün de okurumu bir misafir gibi görüyorum. Önce onları bir tatlıyla, başlangıçlarla hazırlıyorum. Ondan sonra iyi bir yemek sonra üzerine bir kahve tatlı ve eğer sizi sevdiyseniz yine bekleriz. Yani benim naçizane formülüm budur. Ürettiğim her şeyde bunu sağlamaya çalışıyorum. Ana akım sinemanın biraz avam olması, entelektüel sinemanın da genel kitle tarafından sıkıcı bulunması gibi standart kalıpları birleştirip orta yolunu bulmaya çalışıyorum. Yani ana akım bir film de saygın olabilir. Entelektüel bir filmde bu kadar sıkıcı ve öznel olmayabilir. Kitabında da yaratım sürecin böyle işledi. O yüzden D hepsi. Ama “aşağıdakilerden hangisi bu kitabın türü değildir?” derseniz; kesinlikle bu bir kişisel gelişim kitabı değildir. Çünkü kişisel gelişim üst perdeden tavsiye veren bir dile hakim. Ben mütevazı anlatmaya çok büyük özen gösterdim.
Öneri sözünüz kıymetli ben bunları yaşadım her biri gerçek, nacizane burada da böyle bir hayat var, denemek isterseniz kıssadan hisse diyeceklerim bu kadar diyen, ne olduğunu bildiği gibi, ne olmadığını da bilen bir anlatı yaratmaya çalıştım. Dilerim bu okura geçiyordur. Benim aldığım geri dönüşlerde alerjen bir şeye rastlamadım. Varsa böyle eleştiriler duymayı isterim.
* Kitabın adından yola çıkarak sizce insanları neler iyi hissettiriyor, sizi neler iyi hissettiriyor ve neler iyi hissettirmiyor?
Herkesi farklı bir şey iyi hissettirebilir. Beni medeniyet iyi hissettiriyor. İnsanın vahşi olduğuna medeniyet öğretisiyle ancak bir yere gelebildiğine inanırım. Bu medeniyet öğretisiyle didişenlerden iyi bir hissiyat gelmez.
Ne kötü hissettirir derseniz medeniyete tabi olmayan her şey kötü hissettirir. Medeniyete tabii olmayan şeyler nedir derseniz; saygısızlık, hak yemek, kanuna uymamak. İnsanları renklerine dinlerine listelerini veya cinsiyetlerine göre ayırmayı doğru bulmuyorum. Yeryüzünde iki tip insan var medeniler ve medeniyetsizler. Dünya çok uzun yıllardır bunun savaşına sahne oluyor.
ACIYA GÜLÜMSEYEREK BAKABİLMEK
*Kitabınızı okuyanda ne kalsın istersiniz?
Bir dert paylaşımı yapılacaksa benim en büyük dertlerimden biri acıya bakma şeklimiz. Bizim toplumumuz bir Doğu toplumu olarak arabekse çok yatkın olduğu için acılara gülümsemek yerine asabı bozulup ağlıyor. Batı aşırı soğukkanlı. Orada da duygu yok. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Batının iyi yanlarını alalım” sözünün çok süzülmüş bir felsefe olduğunu düşünüyorum. Çünkü Batı da iki yüzlü sömürgecilik yapıyor, insanları katlediyor sonra da bize medeniyet pozu veriyor. Mustafa Kemal’in de önerdiği gibi Batı’nın iyi yanlarını alırken, Doğu’nun da iyi yanlarını alalım ama ne olur biraz gülümseyelim diyorum. Her şeyden geriye acı çıkarmayalım. Ben okuyucumda en çok bunun kalmasını arzu ederim. Acıya gülümseme işi çok kolay anlaşılacak bir şey değil fakat kafalarda bir soru işareti oluşturabilirsem bir çentik atmış olabilirim gibi geliyor. Yüzde yüz başarı bekleyemiyorum. Çünkü bu alışkanlıktan toplumumuzun bu ruh haliyle sıyrılması çok zor.
Kına gecesinde gelini ağlatmak bizde, damadın sırtına vurmak bizde. Bu kadar mutlu günde neden bu kadar gözyaşı var. Bunların hepsiyle ilgili sıkıntım var. Ve bu moral bozukluğunun bizim toplumumuzu geri bıraktığını düşünüyorum.
* Sırada iki kitap daha olduğunu söylediniz. Peki hazırlık aşamasında yeni film var mı?
Benim filmlerimin yapımı altı yıl kadar sürüyor. Onun sonlarına gelmek üzereyiz. Beykoz’daki Kuyu köpeğin kurtarılma hikâyesi olan Sarıl’ın filmini yapacağız. 2023’de oyuncu kastına başlayacağız. 2024 Şubat’ın da olayın yaşandığı mevsimde çekmeye başlayacağız. 2024 Kasım gibi de vizyona girmeyi planlıyoruz.
“İKİ YAKANIN İKİ İNCİSİ”
* Gelelim doğup büyüdüğünüz yer olan Bakırköy’e. Sizden Bakırköy ve Kadıköy karşılaştırması ve benzerliği değerlendirmesi yapmanızı istesem neler söylersiniz?
İki yakanın iki incisi. Tarihte yazlık ve sayfiye olarak iki yakanın da gittiği, denize girdiği yer. Biri Barış Manço’yu diğeri Cem Karaca’yı bize hediye etti. Çok kültürlü yani kozmopolit. Ermenisi, Yahudisi, Rumu, Müslümanı, ezan sesi, çan sesi kavrulan irmik helvaları veyahut paskalya yumurtaları gibi. Burada yaşayan çocukların bu zenginlikten nasibini almaması mümkün değil. Tıpkı bir Antep, Mardin, Urfa kültürü gibi bir kültür Kadıköy’le Bakırköy. Feriköy de öyledir ama maalesef denize kıyısı yoktur. Bakırköy Kadıköy'den daha çok sanatçı çıkarmıştır ama Adalar ve Modalar gibi şiiri hiçbir zaman yazılmıştır. Kadıköy’ün de üstün tarafı budur. Kadıköy ve Bakırköy karşılıklı iki kelebek kanadı gibidir.