İlker Mumcuoğlu aslında bir yazar değil, kendini öyle de tanımlamıyor zaten. Bir bulmaca uzmanı, yıllardır Cumhuriyet Gazetesi’nde bulmaca hazırlıyor. Kelimelerle olan bu ilişkisi onu zamanla yazıya götürdü ve ‘’Kadıköy’den Köprüaltı’na Hikayeler’’ adlı ilk öykü kitabını yayınladı. Kendisi de kitabındaki öykülerin dili gibi hoşsohbet biri olan Mumcuoğlu ile Kadıköy’de buluştuk, hikayelerini ve Kadıköylülüğünü konuştuk.
1961’de Balıkesir Gönen’de doğdum. İlkokul ikinci sınıfa dek oradaydım. Ağaçlar, bağlar arasındaki o kasaba yaşantısını iyice yaşadım. Sonra babaannemin vefatıyla İstanbul’a taşındık. Tarihi Yarımada’da Laleli, Kumkapı, Kadırga, Beyazıt tarafında geçti yaşamımın büyük kısmı. 25 yıldır da Kadıköy’de yaşıyorum. Hukuk okudum ama 2.5 yıl adliyedeki yazıişleri müdürlüğüm haricinde mesleğimi pek yapmadım. Bulmacaya hep ilgim vardı. Nevzat Erken abimizin teklifiyle Türkiye’nin ilk bulmaca dergisini çıkarttık 1987 yılında. Aynı yıllarda Cumhuriyet’te de bulmaya hazırlamaya başladım.
Evet uzun zamandır kültür edebiyat tanıtım yazıları yazıyorum. Bende bir tembellik, dağınıklık vardır (gülümsüyor) Bir türlü bir şeyleri bir araya getiremem. Şiir yazıyordum, hikaye yazıyordum, roman yazıyordum. Onu da bunu da yapayım derken parçaları bir türlü birleştirememiştim ta ki bu kitaba kadar.
Kadir bizim kardeşimizdir. Kadıköy’de yapılan edebiyat buluşmalarımıza gelirdi. Kitap aşaması da şöyle oldu; İçim dolmuştu artık. Kasabasından kentine, sokaklardan lüks evlere, en alt kültürden en üst kültürüne kadar her çevrede bulundum. İçim dolmuştu artık, bir kusma ihtiyacı duydum ve oturdum yazdım. Bunları sosyal medyada paylaşınca yazar arkadaşlar arasında ilgi uyandırdı. Kadir, Turgay Kantürk, Enver Ercan, Metin Cengiz gibi edebiyatçı dostlarımın teşvik ve desteğiyle doğru bu kitap.
‘’BURAM BURAM YAŞAM’’
Bunlar zaten bilinçaltımda birikmiş. Birden böyle kusar gibi çıkan sözcüklerin bir araya gelmesi oldu. Hepsi yaşanmış hikayeler. Yaşam var içinde, abartılar, süsler yok. Okuyanın ‘Aa ne saçma’ bile diyebileceği şeyler var. Ama gerçek onlar. Masa başında kurulmuş hayali şeyler, kurmaca olaylar, yapay bunalımlar filan yok. Tam edebiyat değil, anti edebiyat falan da diyebiliriz.
Aynen hiç öyle bir amacım olmadı, kendiliğinden gelişti kitap olayı. Edebiyatçıyım diye bir iddiam da hiç yok. Ressam, tiyatrocusu, edebiyatçısı çok arkadaşım var ama daha çok ben sade insanlarla konuşmayı severim. Edebiyatçılarla oturmayı da sevmem pek. Edebi konuşmalardan, sürekli betimlemelerden, ego yarışından hoşlanmam.
Fransız sosyolog ve edebiyatçı Georges Perec, etkilendiğim insanlardan biridir. O da bulmaya hazırlardı. Tüm kitaplarında sözcük oyunları vardır. Hatta Fransızca’da en çok kullanılan harf olan e olmadan yazdığı bir romanı vardır. Dille uğraştığı için, bulmaca da yaptığı için kendime çok yakın hissettiğim bir isim. Ben de oradan yola çıkarak böyle bir oyun yaptım.
Çok iyi. Herkes okuyabilir, bir nefeste bitirilebilen, sıkıcı olmayan öyküler.
Bu kitapta hayatı bulacak. Nefes alan insanlar var, ölseler de nefes alıyorlar. Bu kitap onların anısına yazılmıştır. Kitapta çok ölü de var. (gülüyor) Onları tanıyacak, ölülere saygı duymayı öğrenecek. Evet tanınmış bir yazar değilim ama okuyanın -en azından- sıkılmayacağından, kitap bittiğinde yüzünde hüzünlü bir gülümseme belireceğine inanıyorum. Şimdiye dek kitabımı okuyup da pişman olanı duymadım (kahkahalar)
RUHU KADIKÖYLÜ ÖYKÜLER…
Eski köprüaltı (Galata) hayata küsmüş, toplum içinde yaşamayı reddetmiş veya toplum tarafından itilmiş yani her türlü insanın (müzisyenler, balıkçılar, uyuşturucu müptelalıları, fahişeler, sokak çocukları) bir araya geldiği bir yerdi. Orada çok olaylar oldu, çok kişiler tanıdım. Onarlın hikayeleri de var kitapta.
Köprüaltı desek daha doğru. O zamanlarda Kadıköy’de bir şey yoktu.
25 yıldır burada yaşıyorum. Fenerbahçe Dalyan, Şifa, Mühürdar… Bütün hikayelerime Kadıköy’ün kokusu sinmiştir.
Kadıköy’e gelince böyle sanki bir ıhlamur, hanımeli kokusu falan karışık, güzel bir koku alıyorum sanki. Kadıköy denilince o kokuları hissederim. Kadıköy’de disipline olmuş bir entelektüellik var. Yani hem çılgınlık hem terbiyelilik gibi. Bunlar hep öykülere yansıdı.
Rodi’yi çarşıda hep görürdük. Balıkçı Nimet Köseoğlu’nun kazıydı. Bu adamın bir kan davası varmış, hasımları onu bulamasın diye Ege’ye yerleşmiş. Yıllar geçip Kadıköy’e dönerken kazını da yanında getirmiş. İkisi arkadaş gibiydi, birlikte yürüyüşe çıkarlardı. Adam kahvede kağıt oyunu oynarken, Rodi de masada kendisine verile marulu yerdi. Günlerden bir gün kan davalıları adamı dükkanında öldürdü. Arkadaşının ölümüne dayanamayan Rodi de kısa bir süre öldü. Bence Nimet’le Rodi’nin hikayesi, çok acıklı bir aşk hikayesidir…
Eskiden Kadıköy çarşısı falan çok mezbele bir yerdi, geceleri insanlar geçmeye korkardı. Hep alt kültür insanlar gelirdi, entelektüel insanlar falan yoktu burada. Zaten gidilecek bir mekan da yoktu ki. Kadıköy çocukları Beyoğlu’na, Köprüaltına giderdi. Ben Kadıköy’ün parçasıyım, 24 saat burada yaşıyorum. Çoğu zaman karşıya falan geçmeye korkuyorum. Beyoğlu’na gidiyorum, iğreniyorum! Kadıköy çok canlandı. Fakat bu kadar fazla mekan açılması, bu kalabalıklık iyi mi? O da ayrı bir konu.