Opera sanatçısı Hakan Aysev, uzun yıllar Avrupa’nın önemli opera merkezlerinde çalışıp kariyerinin doruk noktasına ulaşmışken, memleket hasretiyle yurda geri döndü ve Kadıköy’e yerleşti.
Semra ÇELEBİ
Dünyaca ünlü opera sanatçımız Hakan Aysev, 28 Temmuz Cumartesi akşamı Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda Kadıköy Belediyesi’nin organizsayonuyla Kadıköylü hemşerileriyle buluşacak, Ramazan’a özel “Özgür İlahiler” söyleyecek. Dünyada ilk kez bir tenorun ilahi okuyacağı bu özel gece öncesi, kendisi de uzun yıllardır Kadıköy’de yaşayan Aysev ile buluştuk, başarılarla dolu yaşamını ve Kadıköy’ü konuştuk.
-Çocuklukta da amacınız operacı mı olmaktı? Yoksa her şey bir tesadüf mü?
Çocuklukta hiç böyle bir amacım yoktu. Daha doğrusu, bilmediğiniz bir şeyi olmak istemezsiniz. Ben de operayı bilmiyordum. Atatürk Lisesi’nin ortaokul kısmında okurken müzik dersinden kalmıştım. En büyük hayalim NBA’de basketbol oynamaktı. Şekerspor’da, OTDÜ’de profesyonel basketbol oynayan bir gençken 15 yaşında annemin çok büyük bir ısrarıyla konservatuvar sınavına girdim. 350 kişi arasından kabul edilen 9 kişiden biri oldum ve konsevatuvara başladım. Bu, aslında 0-6 yaş arası çocukların çok iyi gözlemlenmesi gerektiğini, aile ve okulun yönlendirmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteren çok güzel de bir örnek.
-Müzik dersinden neden kalmıştınız?
Çünkü isteğim yoktu, ilgim yoktu, konsantrasyonum sıfırdı. Müzik derslerini kırıp basketbol antrenmanlarına gidiyordum (gülüyor).
-Konservatuvara girdikten sonra sevdiniz mi müziği? Yoksa bir zorlanma yaşadınız mı?
Çok farklı bir şey tabi. Pozitif bir virüs gibi düşünün müziği. İlk sene vücuda girdiği an, tüm vücudu teslim alıyor ve sevdalısı oluyorsunuz. Zaten sevdalısı olmazsanız bu işi yapmak imkansız.
-Doğma büyüme Ankaralısınız. 20 yaşında Avrupa'ya gittiniz. Ne kadar yaşadınız orada? Neler yaptınız?
Evet, Ankaralıyım, çok da gurur duyarım bununla. Avrupa’da ilk olarak Viyana’ya gittim. Viyana Müzik Akademisi’nde 6 ay opera sınıfında öğrenim gördükten sonra ilk rolüm olan Fernando ile üç ülkeye Avusturya, Hollanda ve Almanya’ya turne yaptık. O dönem içinde Finlandiyalı şan hocamın bir öğrencisi, Luciano Pavarotti’nin de öğrencisi olmuştu. O çok istiyordu beni Pavarotti’ye dinletmeyi. Böyle bir organizasyon yapıldı ve ben 21 yaşında gencecik bir adamken, Viyana’da Pavarotti’ye kendimi dinletme imkânı buldum. Bu çok enteresan bir anıdır benim için. İnanılmaz bir heyecan vardı gerçekten. Plaklarını bile bulamadığınız, tüm dünyada bilinen sevilen ilah gibi gördüğünüz birinin karşısına çıkıyorsunuz. İlk 40-50 saniye sadece gözlerine bakmışım. Dilim tutulmuşken O “hey gel buraya ben Luciano sen kimsin?” diyip kucakladı beni ve o gün bizim güzel bir dostluğumuz, hoca-öğrenci ilişkimiz başladı.
-Ne kadar süre çalıştınız Pavarotti’yle?
8 sene boyunca, her Viyana’ya gittiğimde, onun vakti olduğu sürece çalıştık. Şan dersi çok zor bir derstir. İlk yarım saatte egzersizler yapar sesinizi açarsınız, daha sonra şarkı söylersiniz. Ama bizim çalışmalarımız böyle olmuyordu. Biz ilk 15 dakika opera, şandan konuşup daha sonra yemek tariflerine geçiyorduk (gülüyor). O pizzaları anlatıyordu, ben imam bayıldının tarifini veriyordum. Yani “ne öğrendiniz” derseniz onca yıl içinde, dünya çapında fenomen, evsanevi isimden; bir sanatçının en başta insan olmayı başarması gerektiğini öğrendim. Bu benim için çok önemli bir basamaktı. Bu kavramlar gerçekten çok karışmış durumda. Kim sanatçı kim değil, kimi örnek almalı? Ben çok şanslıydım çünkü 21 yaşında örnek alacağım insan karşıma çıktı. O Busetto’lu fırıncının oğluydu ve hep öyle kaldı.
-Yıllarca Avrupa'nın en önemli merkezlerinde kariyerinizi sürdürdükten sonra, Türkiye'ye döndünüz. Oysaki genelde insanlar kariyerlerinin doruk noktası olarak Avrupa'yı görürler. Neden dönmeye karar verdiniz?
Viyana Devlet Operası’nda - ki dünyanın en önemli üç operasından biridir- söyleyen bir Türk’üm. Bunun yanında Fransa, İtalya, İsviçre’de, yani Leyla Gencer’den sonra bu işi hakkıyla yapan bir Ayhan Baran vardır Avrupa kariyeri yapan, sonrasında da büyük bir şansla bana nasip oldu bu iş. Her şey çok güzeldi tabi. Claudio Abbado ile şarkılar söylüyorsunuz, dünyanın en iyi opera binalarında temsiller yapıyorsunuz ama bunun bir de sosyal tarafı var. Hayatınız sadece opera sahnesinde geçmiyor. Ben de çok oryantal özelliklere sahibim. Yani ben Türkiye’de belediye otobüsü görünce bile duygulanan, arkadaşlarımı, kebabı, rakıyı, muhabbeti çok özleyen bir insanım. Çok küçük yaşlardan beri de Avrupa’da olmam bu özlemimi perçinledi. O sahneden indiğimdeki sosyal boşluk beni çok mutsuz etti. Tamam, kariyer açısından çok güzeldi ama bir gün Frankfurt operasında bir prova arasında-ki 2 yıllık sözleşmem vardı daha-“Hakan ne yapıyorsun sen? Mutlu değilsin burada” dedim kendime ve o gün dönme kararı aldım. Aslında sözleşmem bitmeden döneceğim için yüklü bir para cezası ödemem gerekiyordu ama onlar da anlayış gösterdiler ve “homesickness” (sıla hasreti hastalığı)” deyip gönderdiler.
-Kaç yıl olmuştu Avrupa’da yaşayalı?
1988’de gittim, 1998’de döndüm. Yani hiç aralıksız 10 yıl kaldım. Ama geldikten sonra Avrupa’yla bağımı hiç koparmadım. Yılda en az 2 prodüksiyon yaptım. Barselona Senfoni Orkestrası’yla Bethoveen 9 söyledim. Buenos Aires’te, Hollanda operalarında söylemeye devam ettim.
-Döndükten sonra bir hayal kırıklığı oldu mu, yoksa "İyi ki döndüm” mü dediniz?
Sosyal boşluktan, duygusallıktan verdiğim bu karar, beni bu noktaya taşıdı. Dönünce burada işlerin doğru yapılmadığını gördüm. Devlet kurumlarında sıkışıp kalmış bir sanat, herkesin korktuğu bir kavram, opera! TV’de çıkınca zaplanılan, radyoda kanalı değiştirilen, “Bizim kültürümüz değil bu kardeşim biz dinlemeyiz” denilen bir ortama geldim. Bunu da kabul etmek çok zor tabi. Dünyanın en iyi operalarından birinde 21 yaşında başrol söylerken böyle bir seçiminiz olduysa ve bu mesleği sürdürmek istiyorsanız, operayı bu insanlara tanıtıp sevdireceksiniz.
-Bir pişmanlık mı oldu?
İlk anda bir hayal kırıklığı oldu ama pişmanlık asla! Değirmenlere karşı savaşan Don Kişot’un hikâyesini yaşıyorum. Kendi kurumumla, çevremle savaşıp nihayet taksi şoförlerinin “Abi senin sesin çok güzel” diyerek ücret almadığı bir isim haline geldim. Bu da benim için ulaşabildiğim en güzel nokta.
-Bulutsuzluk Özlemi'yle rock-opera, Nilüfer'le pop-opera konserleri verdiniz, türküleri opera tarzında okudunuz. Türkiye halkı operaya çok mesafeli olmasına rağmen bunu gerçekten sevdi...
Bunları tabi yapmak lazım. Dünyada da böyledir. Örneğin Pavorotti, napolitenleri söyledi ki napolitenler İtalyanların türküleridir. Placido Domingo, İspanyol türküleri söylemiştir. Bunlarla tanındı bu insanlar. Pavorotti, Frank Sinatra ile, Sting ile yaptığı düetler tüm dünyada tanınmasını sağladı. Ben de bunu Türkiye’de yapmaya çalıştım, karşılığını da buldu.
-Arya ve Napolitenlerden oluşan albümleriniz de var. İlgi görüyor mu?
Türkiye’de en fazla satılan klasik müzik albümüdür. 2000 yılında yayınlanmıştı sanırım. Türkiye’de prodükte edilen, orkestrasıyla, tommasteriyle, plak şirketiyle çıkmış ilk opera albümüdür. Bu yüzden de benim için çok büyük bir gurur kaynağıdır. 20 bine yakın sattı bu albüm, bir opera albümü için çok büyük bir başarı. Ondan sonra İnci Avcıları adlı bir albüm çıkardım. O da bayağı tuttu. Sonrasında Metin-Eda Özülkü bestelerinden oluşan pop-opera albümü yaptık. Türk Sanat Müziği şarkılarından oluşan bir albümüm de var. Hepsi çok ilgi gördü, görüyor.
-En son albümünüz ise Yıldırım Gürses şarkılarından oluşuyor. Gerçekten hem klasik hem farklı... Neden Yıldırım Gürses'in şarkılarını tercih ettiniz özel olarak?
Yıldırım Gürses de bir tenordu. Opera sınavını kazanmış ama Radyoevi’ni tercih etmiş bir tenordu. Dikkat ettiyseniz bütün bestelerinde hep aryaya napolitenlere benzeyen bir hava var. Bize en yakın şarkılar bunlar diye düşündüm. Bir başka nedeni de, rahmetli babamın ben bebekken kulağıma Yıldırım Gürses şarkıları mırıldanmasıydı. Şu an 4. Baskısı yapıldı, henüz 20 gün oldu çıkalı. Bu albüm de beğenildi.
-Hâlâ İstanbul Devlet Opera ve Devlet Operası sanatçısı olarak görev yapıyorsunuz. Avrupa'daki devlet operalarıyla karşılaştırmanızı istesem...
Orada sadece devlet operaları yok, çok çeşitli operalar var. Seviye olarak karşılaştırırsam çok da düşük değiliz, çok önemli tenor, soprano, bas, bariton sanatçılarımız ve orkestramız var. Ama işleyiş açısından sıkıntılar var. 10 küsur yıldan beri maaşlara zam yapılmıyor mesela. Opera sanatçılığı gerçekten çok zor bir meslek. Times dergisi bir araştırma yapmış ve dünyanın en zor üç mesleğini belirlemiş. Birinci sırada maden işçiliği, ikinci sırada opera sanatçılığı, üçüncü sırada ise beyin cerrahlığı var. Zor çünkü sağlıklı olmak zorundasınız, mikrofon kullanmıyoruz. Müstakil bir evde oturmak zorundasınız her gün sesinizi açmalısınız. İyi beslenmek zorundasınız. Masraflı da bir meslek. Türkiye’de bu normal bir devlet memurluğu gibi görülüyor ama hiç öyle değil. Bütün bunlara rağmen Avrupa seviyesinde bir operaya sahibiz diyebilirim.
-Son dönem başbakanın ödenekli tiyatroları özelleştirme yönündeki açıklamalar karşısında tiyatro sanatçıları güçlü bir örgütlülük gösterdiler. Bu özelleştirmeler Devlet operası için de geçerli olur mu sizce? Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda; devletin tiyatrosu da operası da olmaz mı?
Devletin operası olmak zorunda! Ben özelleştirme meselesinin devlet operasına kayacağını düşünmüyorum. Bu sanat dalı zor, görsellik isteyen komplike bir sanat dalı. Bunun devletin desteği olmadan yürümesi imkânsız. Ama sistemin de bir şekilde değişmesi gerekiyor. Sanatçı memur zihniyetinde çalışamaz. Bunun sanatçıları da mağdur etmeden değiştirilmesi gerekiyor. Zamanı da geldi açıkçası.
-İstanbul'da sadece Kadıköy Süreyya Operası'nın mekân olarak kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu İstanbul için kabul edilemeyecek bir durum. 20 milyonluk böyle bir metropolde 700 kişilik bir opera salonu çok az. Yine de bu bir inci. Kadıköy Belediyesi’nin bize sunduğu çok önemli bir imkân. Ama yeterli değil. AKM’nin bir an önce açılması gerekiyor. Bütün büyük şehirler opera binalarıyla tanınırlar. İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasına rağmen, bir opera binası kültür binası olmadan geçirmiştir bunu. Bu kabul edilemez.
“ÖZGÜR İLAHİLER” DÜNYADA BİR İLK!
- Ramazan'a gelirsek... Kadıköy Belediyesi'nin organizasyonuyla 28 Temmuz akşamı Özgürlük Parkı'nda Kadıköylülere "Özgür İlahiler" söyleyeceksiniz. Biraz anlatır mısınız özgür ilahileri? Nasıl bir konser olacak?
Özgür İlahi hiçbir siyasi bağı olmayan sadece insanların ruhlarını güzelleştirmek için yapılan bir müzik. Dünyada ilk defa böyle bir şey yapılacak. Senfonik ilahiler söylendi ama bir tenor daha önce ilahi söylememişti. Ben ilahileri çok seviyorum. Bana huzur veriyor. Nasıl başka dinlerin müziklerini yıllardan beri söylediysem kendi dinime ait müzikleri de çok sesli olarak seslendireceğim. Bence Kadıköy halkı için de farklı bir sentez olacak. Zaten yapmadığım bir bu kalmıştı (gülüyor). Nefes korosu eşlik edecek. Türkiye’nin en iyi müzisyenleri olacak, semazen gösterisi yapılacak. Yaklaşık 70 dakikalık arasız bir gösteri olacak. Kadıköylülerin büyük ilgi göstereceğini ve çok beğeneceklerini düşünüyorum.
“ARADIĞIM HUZURU KADIKÖY’DE BULDUM”
-Siz de artık bir Kadıköylüsünüz. Kadıköy'ü sevdiniz mi? En çok neyini ya da nerelerini sevdiniz?
Kadıköylü olduğum için inanılmaz mutluyum. Yıllardan beridir dünyanın birçok ülkesinde, şehrinde aradığım mutluluğu ve huzuru Kadıköy’de buldum. Ben hep Ankara’yı denizi olan bir şehir olarak hayal etmiştim bunu da Kadıköy’de buldum. İnsanıyla çevresiyle, modern ve klasiği gerçekten harikulade bir şekilde birleştirmiş bir semt. En çok Suadiye, Bağdat Caddesi, Caddebostan sahilini seviyorum ama her tarafı çok güzel. Kadıköy’ün her yerinde çok özgür ve güvende hissediyorum kendimi. Kadıköy’de huzurlusunuz. Ben bir Galatasaraylı olmama rağmen Kızıltoprak’ta Fenerbahçe stadını görünce “Hah tamam eve geldik” diyorum. Kadıköy’de evimde gibi hissediyorum.
-Son olarak Kadıköylülere nasıl bir mesaj verirsiniz?
Kadıköy, Türkiye’nin çok farklı bir bölgesi. Bununla gurur duymalılar. Kadıköy gerçekten medeniyetin ve özgürlüğün kalesi diye düşünüyorum. Bunu sevgiyle devam ettirmemiz gerektiğini düşünüyorum.