Kadıköy’de bir kıvılcım

"Kitaplarda Kadıköy Satırlarda Hayat" köşemizin bu ayki konuğu Serhat Çelikel'in "Karlar Altında Körler Ülkesi" kitabı...

05 Nisan 2019 - 12:06

Beste NÂSIR ([email protected])

“             ...

Bitmeyen işler yüzünden

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi

Kalbinizi dolduran duygular

Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yılların telâşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi.

                 ...                           ”

(Behçet Necatigil, Sevgilerde)

Olanca hızıyla akıp giden hayatı, böyle bir hayatın içinde sıkışıp kalmış insanın hissettiklerini bir şiir de bazen çok isabetli anlatır. Sürekli bir şeyleri -duygular da dâhil- yoluna koymanın yarattığı gerginlik, bazen bununla birlikte gelen umutsuzluk ve çaresizlik gençlik dönemiyle de birleşince bocalamalar art arda yığılır.

Adıyla ilk kez 170. sayfada karşılaştığımız Serhat Çelikel’in ilk romanı Karlar Altında Körler Ülkesi, yaşamının çoğu Kadıköy’de geçen, ama yaşam alanı olarak sadece Kadıköy’le sınırlı kalmayan isimsiz bir başkahramanın içsel süreçlerini kendi tanıklığıyla, yeri ve zamanı da sıklıkla kullanarak, gözler önüne seriyor. Başkahraman genç, detaylı düşünen ve hassas, aşkına bir türlü istediği gibi karşılık bulamamış, tıp okumayı yarım bırakıp yazar olabilmek için heveslenip çabalayan -günlerinin çoğunu kitap yazmak isteyip tercümeler yaparak geçirir-, geniş ailesiyle Kadıköy’de bir konakta yaşayan bir erkektir.

“Çaresizliğimizin ne kadar derine kök saldığının işaretleri”

Romanın tamamını kendi anlatımıyla okuduğumuz, “Hayatta bir şeyler yapmalı, ne yapmalı?” diye düşünmeyi bırakmayan, kendisiyle sürekli didişen, hesaplaşan, bir tür yüzleşme yaşayan başkarakter, ikisi de arkadaşı olan çiftin evlilik organizasyonunda, arkadaş grubundan başka arkadaşları da oradayken, kendini yine bir yüzleşmenin içinde bulur: “(...) kimsenin sadece beni değil, başkalarını da, birbirlerini de bir türlü anlayamadığını, hatta bunun için hakiki bir gayret bile göstermediğini, baş edilmez bir yalnızlık hissiyle, tekrar keşfederdim. Tüm bu birliktelik, dostluk, fedakarlık ve tabii aşk hikâyeleri, bunlara duyulan ihtiyaç, aslında çaresizliğimizin ne kadar derine kök saldığının işaretleri değil miydi?  (...) İnsanın hakkını vererek, açlığının nasıl bir açlık, uykusuzluğunun tam olarak nasıl bir eziyet olduğunu bile anlatamadığı, üç beş kelimenin insafına kaldığı bu âlemde, ya bir başına olmak ya da bir başına değilmiş gibi yapmak dışında, üçüncü bir başka ihtimal gerçekten var mıydı? (...) Bu korkunç yalnızlıktan, yazmak dışında bir çıkış yolunu -ne kadar çabaladıysam da- göremiyordum”. Neyse ki, yazabilmenin getirdiği başka bir dünya oluşturabilme gücü bu yüzleşmede kapı aralayabiliyor.

Gerçekten, yazmak -birçok dertle karşı karşıya bırakılsa da-, başka bir dünyanın oluşmasını isteme talebinin bir ürünüdür. Böyle bir talep, bir yandan da bu talebi dillendirenlerin kendi var oluşlarını açığa çıkarmalarını sağlar.

“Bu âlemde ben de varım”

İşte, başkahraman da tam da bu yolu izlemek ister. Canının da sıkkın olduğu bir zamanda şu sözlerini duyarız: “(...) Ama ben de varım demek istiyordum. Bu âlemde ben de varım. (...) Evet, ben kitaplarımı yazacaktım, sonra herkes, keyifle hayatlarını süren tüm bu aptallar, ‘Aaa, o çocuk mu, hani ondan kimseye zarar gelmez dediğimiz, herhangi bir konuda tek bir fikri bile olmadığını düşündüğümüz, o sessiz, sıkıcı çocuk mu yazmış bunları?’ diyeceklerdi. (...)”. “Bu âlemde ben de varım”, romanın pek çok kısmında karşımıza çıkan, başkarakterin nasıl bir insan tipi olduğunu anlamamıza da ışık tutabilecek bir cümle aslında. Hatta belki de, romanın olay örgüsünde bu cümle hep merkezde, çünkü başkahramanın kendisiyle ilgili yaşadığı her şey sanki bu cümleyi ispatlamak istemesinde yatıyor. Bir yanıyla hepimiz gibi...

Hep belirli bir arkadaş grubuyla, belirli yerlerde, belirli etkinliklerin tekrarlanmasıyla aynılıklar üzerinden ilerleyen bir yaşam rahatlatıcı, yatıştırıcı olsa da bir noktadan sonra sıradanlaşır ve yeterli olmamaya başlar. Bu, aslında başlangıçta her insanda ortaya çıkan doğal bir süreç gibi gözükebilir, ama gözlemlerimizi biraz derinleştirdiğimizde hiç de böyle olmadığını fark ederiz.

“Hiçbir tuhaflığım yoktu”

Kadıköylü başkarakter de, tercümesini yapacağı kitabın yazarıyla görüştükten sonra kendini farklılaştıracak, kendisi için hep tekrarlanan sıradan döngüyü bozacak bir tuhaflık bulması gerektiğini düşünür. Düşünceleri yaptıklarına yansımsa da “Mürsel Behruz’un yanından ayrıldığımda ne kadar alelade olduğumu düşünüyordum. Hiçbir tuhaflığım yoktu. (...) aynı saatte yatıp aynı saatte kalkıyor, yemek seçmiyor, insanlardan nefret etmiyor, birlikte yiyip içmeyi seviyor, hemen hep aynı şeyleri aklımdan geçiriyor, hep aynı şeyleri yapıyordum. Kendime (...) bir tuhaflık, herkesin bahsini edeceği bir şeyler bulmalıydım artık. (...)” demeyi atlamaz. Böyle düşünebilmesi bile bizlerde (okurda) tuhaf bir izlenim yaratmıyor mu?

Romanda, bir yandan da, çağdaşlaşma çabalarının izlerini görüyoruz. 1930’ların Kadıköy’üne gözlerimizi çevirerek yaşam tarzındaki gelişmelere, aile, arkadaşlık, iş ilişkilerinde farklılıklara tanık oluyoruz.

“Ben onlardan olmayacaktım”

Başlangıçta yer verdiğim şiire ve sözünü ettiğim sıkışıp kalma haline rağmen “(...) Şimdi buradayız ve yaşıyoruz işte (...) Daha önemli ne olabilir?” diyen başkahramana yeniden kulak verelim ve siz bu romanın basiretsiz bir insan tipinin merkezde olduğu bir roman mı yoksa her an kendisinden ayrıldığı ateşe dönüşebilecek bir kıvılcımın yaşadıklarının anlatıldığı bir roman mı olabileceğine, romanı okuduktan sonra, karar verin isterseniz: “(...) O bitti, bu bitti diye üzülmek, mutsuzluklarından kurtulmak için bir şeyler yapmaya bile gönülsüz olmak; bunlar mağlupların işiydi. Ben onlardan olmayacaktım”.

  


ARŞİV