Kadıköylü hayatların arkasında

Köşemiz, bu defa, aynı zamanda gazetemizde de yazmakta olan Mario Levi’nin “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy” romanıyla sizinle. Levi, bizi (okuru) hikâyelerle buluşacağımız bir yolculuğa davet ediyor kitapta. Kitabın kapağı da bizi bu yolculuğa çıkarmaya çoktan hazır.

14 Haziran 2019 - 11:08

Beste NÂSIR ([email protected])

Bir cuma günü Kadıköy’de her biri karşımızda duracak kadar canlı kahramanların hikâyelerine tanıklık ediyor hikâye anlatıcısı; biz de Kadıköy sokaklarında, onunla birlikte, hikâyelerde akan yaşamların peşinde oradan oraya koşuyoruz.

“İyiliğin bu dünyayı sarmış kötülük karşısında bir isyan olduğunu ısrarla söyledim”

Anlatıcının hayatından gerçek olmayan, ama ruhumuza dokunan izlerle başlıyor Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy; anlatıcı kendi hayatıyla ilgili asıl ipuçlarını bizimle paylaşmayı sonraya bırakıyor ve fısıldıyor: “(...) İyiliğin bu dünyayı sarmış kötülük karşısında bir isyan olduğunu ısrarla söyledim mesela. Öyle bir iyilikti ki bu, güzellikten, zekâdan, şöhretten bile daha büyük bir değer taşıyordu. Akıntıya karşı kürek çekmenin de bir mana taşıyabileceği fikrine kapılmayı marifet saydım. Herkesin kendi cennetini veya cehennemini inşa edebileceğini (...) iddia ettim. Âşık olduğum kadınlarda bir anne şefkati aradım. (...) Hayatıma giren her insanın benim gibi devamlı sorma ihtiyacını duymasını istedim”. Her birimize bir şeyler anlatabiliyor mu bunlar? Bana kalırsa, anlatmaktan daha fazlası bile var.

Yolculuğumuz sırasında anlatıcının iç sesleri de, diyaloglar halinde, sık sık bizi karşılıyor. Bu iç sesler, anlatıcının hikâyelerle ilgili hissettiklerini, olup bitenlerle ilgili sorgulamalarını açığa çıkarırken bizim de bu akışta durup sorgulamamıza yardımcı oluyor.

İşte, bütün gün sürecek, anlatıcının ifadesiyle zaman yolcularıyla ya da yaralı kader yolcularıyla yürüyüşümüz artık başlıyor.

Şefik Bey, “yaralı kader yolcuları”ndan ilki. Duygusal yaralarını bazen uygunsuz romantik ilişkilerle bazen yerli yersiz gülme isteğiyle bazen de keşif gezileriyle iyileştirmeye çalışıyor çoğunlukla. Annesini kaybetmesi, gelecek umutlarından ve hayallerinden vazgeçmeyi göze aldığı halde aşık olduğu kadının onu terk etmesi hayatının tamamına yayılan yalnızlık hissinin temel tetikleyicileri aslında; ama, yine de, “yaşayabilme” ve hayatın içinde kalabilme gücünü kaybetmeyenlerden!

“Aşk için beklemek nedir bilir misin?”

Bir akşam Şefik Bey’le tramvayın gelmesini beklerken karşılaşıp sohbete dalan, ama bir süre sonra sohbetten sıkılan “Kelebek” Taci de yolumuza çıkanlardan.

Kelebek Taci, aralarında anlatıcının da olduğu çevresindekilere lakabını da böylelikle aldığı becerisinden söz ederken anlatıcı tanıdığı birçok insanda gözlemlediği bir tespiti paylaşıyor ve şunları hatırlatıyor bize: “(...) Yaşadıklarına dayanmak için ne yalanlardan medet ummaz ki insan. Doğru bir insan olduğunuzu haykırmak istersiniz. Yanlışlarınızı bile doğru gibi görmeye başlarsınız bu yüzden bir sınırı geçtikten sonra. Ya asıl doğrular? Her zaman taşınamayan, karşı karşıya gelinemeyen doğrular”? Kelebek Taci’nin de yüzleşirse yorgun düşeceği, üzeri örtülü hatıraları var çünkü; belki hepimiz gibi... Dahası, bu soruyla anlatıcı yıllar önce Kelebek Taci’yle, akşam yemeğinin de eşlik ettiği, uzun bir sohbetini anımsıyor. Kelebek Taci, ağırlığını en derinden hissettiğimiz türde anlatıcıya soruyor: “Aşk için beklemek nedir bilir misin? Ama harbiden beklemek. Öyle lafta değil... Kalbinle... Senelerce beklemek”...

Beklemek... Böyle dokunaklı, böyle ağır...

Etrafımıza baktığımızda nedeni ne olursa olsun her bekleyiş Kelebek Taci’nin Maria’yı beklemesi gibi anlamlı olmuyor elbette. Beklemenin bu hali, artık pek göremediğimiz bir sabır ve/veya sadakat gerektirir. Sanki her an daha hızlı geçiyormuş gibi hissettiğimiz ömrümüzde günlük hayatın dayatmalarıyla çevriliyken, çoğunlukla öncelik sıralamasında başta olan bazı tercihlerimiz ve kaygılarımız(!) da varken en doğrusu(!) böyle ince işlerin içinde hiç boğulmamaktır zaten.

“Büyüdükçe ve büyüdüğümüze inandıkça ne çok masalımıza uzak düşeriz”

Şimdi, yeniden “yaralı kader yolcuları”mıza el uzatalım. Onlardan bir başkası Kaya. Onun izini sürmeye ne dersiniz?

Kaya’yı ilk kez Moda’da bir çay bahçesinde, Kemal’in Yeri’nde, -demli, sıcak bir çayla birlikte- simidini sessizce yerken görüyoruz. Tam da bugün otuz dördüncü yaşını karşılayacak, ama yine sessizce... İstanbul’da, küçük, özel bir bankada pazarlama uzmanı olarak altı yıl kadar çalıştıktan sonra işine son verildi. Oysa, daha uzun yıllar çalışabileceğine inanıyordu. Dahası, yediklerine de dikkat etmiyor artık; kilo aldı. Bir de, aradan geçen süre içinde kendisine yakıştırabileceği işi de bir türlü bulamadı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu yaşananlar size doğal görünüyor, değil mi? Peki, bu yaşananların arkasına da bakabilmek gerekmez mi? Tam da burada anlatıcıya kulak verelim: “(...) Birçoğumuz, farkına vararak veya varmayarak, hayatımızı çok bildik alışkanlıklarımız, hallerimiz ve tercihlerimizle geçirmiyor muyuz? (...) esasında herkesin bir hikâyesi var. Daha da önemlisi bir yerlerde kaybolmuş bir masalı... Büyüdükçe ve büyüdüğümüze inandıkça ne çok masalımıza uzak düşeriz”. Hayatın neresinde ve hangi yaşta olursak olalım “masallar”ımızı koruyalım, onlardan hiç vazgeçmeyelim; ama tabii, kendi “masallar”ımızın belirleyicisinin yine kendimiz olması gerektiğini de unutmadan...

“Ben sahiden gitmelere bu yüzden inanmadım”

Nasıl gidiyor? Hikâyeler sizi içine çekiyor mu? Umuyorum bunu hissedip daha fazlasına da kapı aralamak isteyen bir haldesinizdir şimdi. Öyleyse, Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy’le buluşmak için hiç beklemeyin. Hatta, bana kalırsa, okuma yeri olarak da Kadıköy’de bir yer belirleyebilirsiniz. Hem belki, hikâye kahramanlarıyla da tanışabilirsiniz böylece; kim bilir.

Durun lütfen! Son kez yine anlatıcıyı dinlemezsek yerine oturmayan bir şeyler olabilir: “(...) Belki de semanın derinliği hepimizi bildiklerimizin çok ötesinde bir yerlere çağırıyor. Ben sahiden gitmelere bu yüzden inanmadım. (...) Artık yaşamanın, ama sahiden yaşamanın öncelikle tüm ağırlıklarını uçsuz bucaksız görünen bir denize hepten bırakmaktan geçtiğine inanıyorum”.

 

 

 

 

 

 

 

 


ARŞİV