Kadıköylü Necati Güngör:‘BURALAR HÂLÂ İSTANBUL'

Yazar Necati Güngör ile Günışığı Kitaplığı’nın Köprü Kitaplar dizisinden yayınlanan “Anneme Bir Ev Alacağım” adlı kitabı üzerine konuştuk.

16 Mayıs 2013 - 13:50

Kadir İNCESU   


-“Anneme Bir Ev Alacağım” gençler için yazdığınız öykülerden oluşuyor. Siz annenize ev alabildiniz mi?
Anneme bir ev alamadım, hayır. Çünkü babadan kalma bir evi vardı annemin; bütün aile orada barınırdık. Ama doğrusu, ona hiç değilse yazlık bir ev almak isterdim. Böyle özlemi de olmadı. Çok kanaatkâr bir kuşağın insanıydı. Başını sokacak bir evinin olması ona yetiyordu. 

-Öncelikli konumuz anneler… Annenizle ilgili anlatacağınız, daha doğrusu anlatmak istediğiniz neler var?
Annem, her şeyden önce dili zengin biriydi. Onun dilinden etkilendiğimi, beslendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Çok küçük yaşta babasını ve annesini yitirmiş, akrabalarının yanında büyümüş; bu nedenle okula gitme şansını yakalayamamıştı. Ama zeki, anlayışı yüksek, vicdanlı, ileri görüşlüydü. Çok iyi bir radyo dinleyiciydi. Türkiye’de radyo sayısının pek sınırlı olduğu yıllarda, bizde bir radyo vardı ve annem çok iyi bir radyo dinleyiciydi. Radyo onun için dünyaya açılan pencereydi; bir okuldu. Haberleri günü gününe izler, isabetli yorumlar yapardı kendince. Öte yandan dindar bir kadındı. Bir gün, her namazda iki kişi için Fatiha okuduğunu anlatmıştı. Atatürk ile Edison için. Atatürk kadınlara haklar tanıdığı için, Edison da insanlığı aydınlattığı için… 12 Eylül döneminde yaşlılar için bir okuma yazma kampanyası başlatılmıştı, anımsarsınız. Mahalle muhtarımız annemi de bu kampanyaya katmak istemiş. Annem reddetmişti. Gerekçesi de şuydu: 12 Eylülcüler üniversitelerde okuyan gençleri hapse atıyor, işkence ediyor, hatta ipe çekiyor; okuyanın değerini bilmiyorlar; buna karşılık içi geçmiş yaşlılara okuma yazma öğretmeye kalkışıyorlar! 

-Unutamadığınız anılar da vardır mutlaka…
Olmaz olur mu? Çocukluk yıllarımda sokak köpeği ısırmıştı beni. Yerlerin buz tuttuğu karlı günlerdi. O yıllarda Malatya’da ulaşım araçları da yoktu. Şehir dışındaki Devlet Hastanesi’nde bir ay boyunca kuduza karşı iğne yapılması gerekiyordu. Hiç unutmam, annem o soğuk kış mevsiminde beni otuz gün sırtında hastaneye götürüp getirdi.
Birçok anne gibi olağanüstü özveriliydi. Kitap okumamı, sinemaya, tiyatroya gitmemi hep desteklemiştir. Bu konularda para esirgemezdi.
İlk gençlik çağımızda keman öğrenmeye heves ettiğimde de, annem yanımdaydı. Babam bu konuya, olumsuz bakarken onu ikna etme görevini annem üstlenmişti. 

-Kitabınızdaki öykülerde anne sevgisi öne çıkıyor. Anne sevgisi kadar hayvan sevgisinin de öne çıktığını görmek mümkün… Öykülerinizin kahramanları içinde tanıdıklarınız var mı?Hikâye kişilerinin tanıdık olup olmaması o kadar önemli mi? Bence önemli değil. Okuduğunuzda size bu kişiler bir yerlerden tanıdık geliyorsa, asıl önemlisi o! Tanıdığım kişileri hikâye kahramanı yaparken bile onu bir potanın içine atıp eritir, yeni baştan kurgularım. Kaldı ki doğrudan tanıdığım pek az insanın hikâyesini kaleme almışımdır. Belli bir kişiden, yaşanmışlıktan, gerçek olandan yola çıkılır ama çoğunca kurgudur hikâye… Çevremdeki bir insan, bir gazete ya da TV haberi, bir olaycık, bir imge, bir durum, bir sonuç çıkış noktasını oluşturur; siz onu alıp yeni baştan kurgularsınız. O nedenle, kaleme aldığım anne hikâyelerine de bu gözle bakmak gerekiyor. 

-Necati Güngör, edebiyatımızın önemli adlarından biri... Bugüne kadar da hep büyükler için yazdı. Ne oldu da çocuklar ve gençler için yazmaya karar verdiniz?
 Bir sabah uyandım ve birdenbire çocuklar için yazmaya karar verdim… Değil!
1979 yılında Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü aldığımda, dönemin Kültür Bakanlığı Yayınlar Dairesi’nden Adnan Binyazar imzalı bir mektup almıştım. Benden, çocuklar için bir kitap yazmam isteniyordu. O günün koşullarında bu öneriyi değerlendiremedim. Sonradan düşününce, Binyazar’ın, bendeki çocuk duyarlığını anlatmaya yatkınlığı keşfetmiş olduğunu anladım… Adnan Binyazar başka yazarlar da söyleyecekti bunu sonraları. Örneğin Erdal Öz, bir yarışmaya gönderdiğim bir hikâyemi okumuş, biraz uzatarak onu çocuk kitabı yapmamı önermişti. Daha sonra Sadık Aslankara bunun altını çizerek yazdı. Aslankara’nın saptaması da yerindeydi. Çünkü topluca gözden geçirince birçok hikâye kahramanımın çocuk olduğu görülüyor. Daha doğrusu şöyle: Çocuklar için yazılmamıştır ama, bir çocuğun hikâyesidir birçoğu. Ya da olaylar bir çocuğun gözüyle anlatılır. Dolayısıyla çocuklar da okuyup anlar benim kimi hikâyelerimi.
“Sessiz Yürek” kitabı üzerine yazdığı önsözde Semih Gümüş de bu duruma dikkat çeker.
Ancak bir noktanın altını kalın kalın çizmek isterim: Ben çocukları çocuk yerine koyarak sayfalar dolusu boş laf eden hikâyeleri de, böyle hikâyeler yazmayı da sevmiyorum.  

-Kendi çocukluğunuzla karşılaştırdığınızda çocuk edebiyatının bugün geldiği durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz çocukluğumuzda, büyükler ne okuyorsa onları okuyarak bu alana girdik. Düşünün ki, ilkokulda Çalıkuşu okuyorsunuz! Ortaokulda Dostoyevki, Gogol, Steinbeck, Hemingway, Hamsun, Shakespeare, Sartre vb… Bu hem iyi, hem de olumsuz. İyi: Erken yaşta dünya edebiyatıyla tanışıyorsunuz. Olumsuzluğuysa, kimi yazarları okuyup anlamanın güçlüğü. Anlamadığınız yazardan uzaklaşma tehlikesi. Okudum sanırsınız, aslında cevizin içine ulaşmadan kabuğuna dokunmak gibi bir şey, sizin okumanız.
Yol göstericiniz yok. Her şeyi el yordamıyla keşfetmek durumundasınız.
Bugün, bu yaşımda birçok çocuk kitabını okurken sıkılıyorum. O yaşlarda okusam belki de beni tümüyle kitaplardan soğuturlardı. Duruma bakarak sorunun yanıtını siz verin lütfen! 

-Yıllardır Kadıköy’de yaşıyorsunuz. Kadıköy’de nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Ben aslında Üsküdar semtine alışıktım. İhsaniye, Selimiye semtlerinde çeyrek yüzyılım geçti. Harem’den Cağaloğlu’na, Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçmek çok kolaydı. Kadıköy’e (Moda’ya) yerleşince, ulaşım kolaylıklarının daha da fazla olduğunu gördüm: Tek araçla Gebze’den Beykoz’a, Beylikdüzü’nden Bakırköy’e Taksim’e, Levent’e, Karaköy’e, Beşiktaş’a vb. yerlere gitmek mümkün. İstanbul’un her yerinden Kadıköy’e ulaşım olanağı var… İstanbul’da pek az semt bu kadar geniş ulaşım olanağı verir. Kadıköy’e gelince özel araba hayatımdan çıktı. Özellikle Moda için söylüyorum: Buralar hâlâ İstanbul! Bozulmamış. Herkes birbirini tanıyor. Moda Çay Bahçesi, semt kahvesi durumunda. Günün her saatinde tanıdık yüzlere rastlarsınız burada. Moda sokaklarında insanlar İstanbul Türkçesiyle konuşuyor. Bu da, İstanbul Türkçesiyle alışverişi olan biz edebiyatçıları mutlu ediyor. Az şey değil hani…
Sonra, Yoğurtçu Parkı’ndan, Kadıköy İskelesine uzanan sahil yolu, yürüyüş için çok elverişli bir güzergâh! Bunu da bizler için bir nimet sayıyorum ve bu olanak içinde yaşamaktan huzur duyuyorum.
Öte yandan “tasallut”lar da yok değil: Tarihi Kadıköy Çarşısı Çiçek Pasağı’na dönüştürüldü! Moda’ya doğru geliyor. Burasının sükûnetini tehdit ediyor bu yayılmaca. Bu bir!
İkincisi Salıpazarı’nın Kadıköylülerin elinden zorla, rızamız hilafına alınmış olmasını hâlâ içime sindirebilmiş değilim.
Moda’nın çok sevdiğim bir yanı da birçok sokakta hayvanlara karşı duyarlı insanların olması. Hayvansever insanlarla komşuluk etmek, onlarla aynı sokakları paylaşmak bana mutluluk veriyor… Nerede kapı önüne konulmuş bir su kabı, bir mama kabı görsem, “Hah!” diyorum içimden, “burada insan evladı kimseler yaşıyor!” Bu nedenle Kadıköy Belediyesi’nden özellikle rica ediyorum: Sokak hayvanlarının yaşamlarını kolaylaştırmak için çırpınan insanlara destek olsunlar.
Moda’nın en keyifli yanlarından biri de tiyatro ve sinema salonlarının çokluğudur. Operadan tiyatroya, sinema salonlarından sahaf dükkânlarına, kültür evlerine, çay bahçelerine kadar birçok yerde insanın ruhunu besleyen sanat etkinliklerine katılmak mümkün. Kişi daha ne ister ki… 

-Necati Güngör’ün en duyarlı olduğu konulardan biri de hayvanlar… Aslında olması gereken de o değil mi?Hayvan haklarından habersiz aydın olunamaz. Uygar olunamaz. Erdemli olunamaz! Hayvan hakları insan haklarından bile daha önemli. Neden? Çünkü hayvan acizdir, haklarını bilemez, haklarını savunamaz. Bunu savunmak biz insanlara düşer. Tabii eğer insansak… İnsan değilsek sorun yok! 

-Ben sizi ilk olarak Burhan Günel’in Yunus Nadi Roman Armağanı’nı aldığı törende görmüştüm. Burhan Ağabey tanıştırmıştı bizi. Burhan Günel ortak dostumuzdu. Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve Barış Manço Kültür Merkezi’ndeki buluşmalarımızı hatırlıyorum. İkimizin de çok sevdiği ortak dostumuzdan da söz edelim mi?
Burhan, edebiyat dünyamızdaki en eski arkadaşımdı. Uğradığı “sükût suikastı” yüzünden hak etmediği bir yalnızlığa itildi. Bu suikast, ölümünden sonra bile sürmekte… Son yıllarını hastalıklarla, ameliyatlarla geçirmesi bile yaratıcı çalışkanlığını engelleyemedi. Yazdı, yazdı, yazdı! Bu bakımdan enerjisine hayran olduğum biriydi.
Ankara’da bunalmış, adeta hava değişimi için İstanbul’a yerleşmek istiyordu biliyorsunuz…
Sonbaharda büyük bir hevesle Kadıköy Hasırcıbaşı’nda ev tuttu, taşındı, uğraştı didindi. Çalışma masasını pencerenin önüne, karşıki evin bahçesindeki yeşillikleri görecek biçimde yerleştirmişti. Mutluydu! Tam oturup çalışacakken, içinde taşıdığı hastalık onu aramızdan çekip aldı. Hevesi kursağında kaldı. Ne yazık!
Kadıköy, Burhan’ın eski semtiydi. Onunla kırk yıl önce de yine Kadıköy’de tanışmıştık…
Son sözlerini hiç unutamam: “Allah kahretsin, yine Ankara’ya dönmek zorundayım. Ankara’dan kurtulamıyorum!”
Ama direndi gitmemek için: Yaşıyorken değil, burada yaşamını noktalayıp öyle gitti!
Acısı henüz çok taze… Onun hakkında konuşurken duygularımı gemleyemiyorum.

 
 

ARŞİV