Kadın olmanın ‘Yük’lerini yazdı…

Y.Ü.K. romanını kaleme alan genç yazar Üstüngel Arı, ‘’Bu roman; bir okurun, romanı okuduktan sonra karşılaştığı bir tecavüz/kadına şiddet haberi üzerine fazladan üç saniye daha düşünmesini sağlayacaksa, işlevini yerine getirmiş sayılır’’ diyor

14 Şubat 2017 - 13:23

İlk romanı "Hikâyesi Olan Ölüler"le edebiyat dünyasına giriş yapan genç yazar Üstüngel Arı, yeni romanı "Y.Ü.K."le okuyucu karşısından. Roman, Başar Issız adlı radyocunun yolunun, gizemli Betina’yla keşismesi sonucu, bu kadının trajik yaşamöyküsünün günyüzüne çıkmasını konu ediniyor. Özellikle Türkiyeli kadınların başlıca sorunları olan şiddet, taciz gibi olaylara değinilen bu Y.Ü.K, okuru sorular sormaya ve dahi yüzleşmeye davet ediyor. Tıpkı, şair küçük İskender’in de arka kapağa yazdığı gibi; ‘’Y.Ü.K. pozitif, akıcı ve sorgulayıcı diliyle sizi bir olaylar çemberine sokacak; uzun bir baş dönmesiyle de başlangıç noktasında indirecek. Kütüphanenizde bu kitaba yer açmanızın iyi bir yüzleşme olacağından zerre kuşku duymuyorum."
90 doğumlu genç yazar Üstüngel Arı’ya kitabını, yazmayı, kadınların halini sorduk. 


-    Mesleğiniz reklamcılık. Yazı yazmak, kitap çıkarmak neden? Nasıl bir ihtiyaç?

Kitap “çıkarmak” bir ihtiyaç değil elbette, o bir sonuç, o bir uygulama. Benim derdim, daha doğrusu tutkum anlatmak. Dert edindiklerimi, bana dert olanları anlatmak. Bunu yaparken roman/tik bir yol seçmiş olmak da, aslında biraz kolaya/ucuza kaçmakla ilgili olabilir. On yedi on sekiz yaşlarında ilk öykülerimi yazmaya başladım kendi blogumda, çünkü elimde anlatmak istediklerimi çekip kurgulayacak bir kameram ya da performansı yüksek bir bilgisayarım yoktu. Oturup “neden yazıyorum?” diye de çok düşünmüyorum açıkçası. Onun yerine oturup yazıyorum. 
-    Başar Issız'ın hikayesini yazmaya nasıl karar verdiniz? 
Y.Ü.K. bana kalırsa Başar Issız’ın hikayesi değil. Başar, okuyucuyu Betina’ya kadar ısındıran, ona eşlik eden, onu yavaş yavaş hikayenin içine çeken bir karakter. Başlarken bir karar da vermedim. Kafamda birbirinden kopuk parçalar vardı. Bir gün, baktım ki doğum günümü bile kendi başıma kutlayacak kadar yalnızım, o zaman dışarı çıkarken yanıma bilgisayarımı da alayım diye düşünüp bir bara gittim. Birkaç biradan sonra romanın ilk cümlesini yazdım: “Bugün Pazar değildi.” Üzerinden geçen bir yıla yakın sürede de o cümlenin gerisini getirdim. O günün neden Pazar olmadığını açıkladım.  
- Başar Issız’ın adındaki kelime oyunu ile ne demek istiyorsunuz okura?
Başar hem, -tırnak içinde- “ıssız” hem de kendi baktığı yerden hayat karşısında başarısız bir karakter. Bu isim, sanki ona her seferinde başarısız olduğunu hatırlatan ve doğduğu andan itibaren peşini bırakmayan bir gölge gibi. Çünkü isimler de biraz kadere dahil. 
-    Romanda Betina'nın yaşadığı istismar ve tecavüz kısımlarında Yeni Türkiye'ye çarpıcı göndermeler var. Son dönemde yaşanan olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni Türkiye’nin özeti, her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında insanlara sunuluyor. İyi bir okuma yapabilmek içinse sadece okuma bilmek yeterli, çünkü her şey ayan beyan ortada. Kötü bir dönemdeyiz ve iyiye yönelmesini bırakın, iyiye yöneleceğine dair en ufak bir ışık bile göremiyorum. Ülkenin yönetimsel sorunları bir yana, kadınlara ve hatta çocuklara olan istismar, şiddet ve tecavüz vakaları da önlenemez bir şekilde yükseliyor. Çünkü insanlar, önlerindeki o kocaman örneğe bakıyorlar ve tıpkı babasının hareketlerini taklit eden bir çocuk gibi tepedekileri taklit ediyorlar. Şayet bu ülkenin Cumhurbaşkanı, çocuk sahibi olmak isteyip istemeyeceğimize, kaç çocuk yapmamız gerektiğine, yani bedenlerimize, yani yatak odalarımıza karışma hakkını kendinde görürse, sokaktaki adam da sokaktaki başka bir kadının giyim kuşamına karışma hakkını kendinde bulmaya ve şort giyen kadınları tekmelemeye, hamile kadınlara saldırmaya devam edecektir. Bu noktada da tabandan bir düzelme beklemek Polyannacılık oynamaktan başka anlama tekabül etmez. Tepedekiler söylemlerini, hareketlerini değiştirmeli ki, taban da her zaman yaptığı gibi onu taklit etsin. Ha buna dair umutlu muyum, maalesef yine hayır.  
-    Hikayenin sıradışı bir yönü de Başar Issız'ın hayatını okurken bir anda kendimizi Betina’nın yetiştirme yurdunda başlayan dramının içinde buluyor olmamız. Üstüne bir de tecavüz vakası ekleniyor. Erkek gözünden Betina gibi kadınların dünyasına bakabilmek nasıl bir duygu? 
Erkek gözünden bakmak, asla erkek gözünden bakmak’ın ötesine geçemeyecektir. Ben ne yaparsam yapayım erkek oluşumdan arındırılmış bir bakış açısı geliştirip bir kadının böyle bir durum karşısında duyduğu acıyı, hissettiği korkuyu, yaşadıklarını ne bütünüyle anlayabilir, ne de anlatabilirim. Bunu yapmayı ancak deneyebilirdim ve bırakın yaşamayı, düşünmek, yazmak bile gerçekten çok zordu. 


-    “Ben de isterim her yerde çiçekler açsın, ben de ‘Çiçekler Kimin İçin Açıyor’ diye aşk romanı yazayım” demişsiniz. Bir yazar, eli kalem tutan biri olarak, tüm bu yaşananları kendinize dert edinmişsiniz belli ki. Ülkenin ahvali mi sizi bunları yazmaya itiyor? 
Yazmanın kendisiyle değil, yazdıklarımın kendisiyle duygusal bağlar kuruyorum. Böyle olunca da seçtiğim konular, yine kendi hayatımda da dert edindiğim, kendi hayatımda da duygusal bağlar kurduğum, üzerine düşündüğüm, düşünmek istediğim konular oluyor. Maalesef güzide ülkemizde yaşanan olaylar da insanın içini kelebeklerle dolduracak cinsten değil. 
-    Peki bir de tersten soru sorayım; zaten bunca acı varken insanlar neden bu kitabı okuyup bir daha acılansınlar ki, sizce?
Bilinçli ya da bilinçsizce görmezden geldikleri, hayatın akışı içinde duyup ikinci kez düşünmeye fırsat bulamadıkları, hiçbir zaman manşetlere taşınmamış, kıyıda köşede birkaç cümleyle haberlere konu olmuş, yanı başlarında olduklarının bile farkında olmadıkları, farkında olsalar da çaresizlikten nasır tuttukları için duyarsızlaştıkları hayatlara tanıklık edeceklerini ve aslında tekrar değil, belki de ilk kez gerçek anlamda acılanacaklarını düşünüyorum. Yani bu roman hiçbir işe yaramayacak olsa dahi, örneğin bir okurun, romanı okuduktan sonra karşılaştığı bir tecavüz yahut bir kadına şiddet haberi üzerine fazladan üç saniye daha düşünmesini sağlayacaksa, benim gözümde işlevini yerine getirmiş sayılır. 
-    Kitabı “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen tüm kadınlara adanmıştır” diyerek Nazım’ın sözleriyle kadınlara ithaf etmişsiniz. Yanıtı geniş bir soru olacak ama; bu topraklardaki kadınların haline dair neler söylemek istersiniz?
Bu ülkede kadınlar, nefes almaya devam ettikleri her gün bir sınav veriyorlar. Bu sınav gerek yöneticiler, gerekse halk tarafından da kolaylaştırılmak yerine, her gün daha da zorlaştırılıyor ve el birliğiyle meşrulaştırılıyor. Saat 22’den sonra, halk otobüslerinde kadınlar durak harici olsa da istedikleri yerde inebileceklermiş. E sen o sokakların güvenliğini sağlasana önce. Sen gecenin kaçı olursa olsun, üzerine ne giymiş olursa olsun sokakta bir kadın gördüğünde onu fiziksel ya da sözleriyle rahatsız etmeyecek nesil yetiştirsene. Bu yok. “Sokaklar zaten yürünecek gibi değil, bari kadınlar istedikleri yerde insin” diyorlar. Bu bir çözüm değil. Bu bir kabulleniş ve bu kabulleniş, yaşananları meşrulaştıracağı gibi sokakları daha da yürünmez hale getirecek. Üç gün sonra bir gece vakti evine yürürken bir kadın tecavüze uğrayacak ya da öldürülecek ve birileri diyecekler ki “devletimiz istediği yerde inme hakkı vermişken ne işi varmış gece gece sokaklarda da yürüyormuş?” Sınav zor. Gerçekten çok zor. 
-    Biraz da Kadıköy sorayım. Başar Issız geceleri program yapan bir radyocu. Kaybedenler Kulübü filmi, 6.45 insanları, ‘şehrin kötü çocukları’, ‘hayatı ve kadınları öğrendikleri Kadıköy sokakları’, o ruh hali, Kadıköy’ün o tayfası geldi aklıma. Sen bunlardan etkilendiniz mi yazarken?
Karakterlere bir meslek giydirirken de, ilgi ve bilgi alanımın dışına çok çıkmamaya özen gösteriyorum ki atımı rahat sürebileyim. Hikayesi Olan Ölüler’deki Bilen Okur, bir reklam ajansında günlerini geçiren ama asıl amacı yazar olmak olan bir karakterdi. Daha önce medyanın sadece reklam değil, radyo, televizyon gibi çeşitli alanlarında da çalıştığım için, Başar’ı radyocu yapmak, hem -daha önce bir radyo programı sunmamış olsam da- yaptığım işler gereği ortama hakim olmak, hem de Başar’ın yalnız olma arzusunu temellendirmek anlamında karakter-meslek olarak çok örtüşen bir ikili olarak geldi bana. Kaybedenlere gelince de şöyle diyebilirim, nasıl ki Akmar denince, o eski zamanlarından da aldığı güçle bir ruh geliyor insanın aklına, Kaybedenler Kulübü de, elbette filmden sonra popüleritesini fazlaca artırmış olduğu gerçeğine de dayanarak, Kadıköy için bir ruhu temsil eder. Fakat romanla ilişkili olarak konuşmak gerekirse Başar Issız’ın Issız Adam’la ne kadar ilişkisi varsa, sunduğu Körler Ülkesi’nin de Kaybedenler Kulübü'yle o kadar ilişkisi vardır diyebilirim. 


-    Dört yıl Kadıköy’de yaşadığınızı hala gönül bağınızın sürdüğünü söylemiştiniz. Nedir bu bağ? Kadıköy insanları neden ve nasıl kendine bu kadar bağlıyor acaba?
Kadıköy, kendimi her sokağında, her caddesinde rahat, güvende ve evimde hissettiğim küçük şehrim gibi. Ve evet dört yıl yaşayıp, geçen sene kavga gürültü devam eden bir ilişkiden çıkar gibi bir anda evimdeki eşyalar da dahil olmak üzere her şeyi bırakıp çıktım. Çok uzaklaşmadım tabi ama sanırım bir ara vermek gerekiyordu. “Bir daha senin yüzünü şeytan görsün Kadıköy!” der gibi gitmedim yani. Pişman olup tıpış tıpış dönecek bir eski sevgili gibi gittim. Gerçi o kadar gitmiş de sayılmam. Hala bu tarafın taksisiyim ve hala “Hadi bi dışarı çıkalım” cümlesi benim için Kadıköy’e tekabül ediyor. 
-    Yeraltı edebiyatı yazanlarının birçoğu Kadıköy'den çıkıyor. Sizce bunun sebebi ne olabilir? 
Kadıköy, dokusu ve bahsettiğim gibi geçmişten gelen ruhu gereği, alt kültürün hayat bulabildiği yerlerden biri. Bu da onu yeraltı edebiyatıyla doğal ya da yapay, istemli ya da istemsiz, içten ya da özenti, bir ilişkiye sokuyor muhakkak. Fakat “sokağa çıkma ihtiyacı hisseden yazar, sokağı tanımayan yazardır” der Bukowski. Sen sokağı yeterince tanıyorsan, nerede yazdığın/yazacağın çok da önemli değil. 
-    Siz hikayelerinizi bu kategoride değerlendiriyor musun?
Ben yeraltı edebiyatını genel ve çoğunluğun kabul ettiği biçimin biraz dışında tutuyorum. Çünkü içinde seks, uyuşturucu, alkol geçen, bitik, beklentisiz, melankolik karakterler barındıran romanları ya da öyküleri, şiirleri, yeraltı edebiyatı kategorisi içinde değerlendirmek, yerin gerçekten altında üretilenlerin hakkından çalmak gibi geliyor bana. Ben yeraltı edebiyatçısı değilim. Kitaplarıma Idefix’ten ulaşabildiğiniz müddetçe değilim. Kitaplarım D&R raflarında boy gösterdiği müddetçe değilim. Ben hatta edebiyatçı bile değilim. Çünkü edebiyatçılık, yazabilmekten çok ayrı olarak, akademik de bir alandır. 
-Sorularım bu kadar. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim. Evde olmak güzel. 


ARŞİV