“Kadınlar, barış umudum”

Yazar Müge İplikçi, “Kadınlardan çıkacak olan mesaj, erkekleri de içine alan bu vahşi söylemi ehlileştirmek için çok önemli bir adım olabilir” diyor

08 Mayıs 2017 - 15:35

Çağdaş edebiyatımızın yazarlarından Müge İplikçi, geçtiğimiz ay yayınlanan yeni kitabı “Çok Özel İsimler Sözlüğü”nde, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın haletiruhiyesini öykülerle anlatıyor.  Bu vesileyle; tam bir Kadıköy insanı olan İplikçi ile çocukluğunun geçtiği Koşuyolu’nda buluştuk…

  • ‘Koşuyolu Dünyalar Kadar’ diye bir kitabınız var. Hakkında kitap yazdığınız bu semte dair anımsadıklarınızla başlayalım.

Burası, kendimi hatırladığım yaş olabilecek olan 2’den itibaren 12 yaşıma kadar hayatımda çok önemli yer tutan bir alan. İlkokulu burada okudum, ilk arkadaşlarımı burada edindim.  Buradaki parklarda, bahçelerde büyüdük. Bugün her biri kafe olmuş olan bu yerler,  arkadaşlarımın oturduğu tek katlı bahçeli evlerdi. Koşuyolu deyince aklıma hep o sıcak mahallelik duygusu gelir. İnsanların korkmadan geç saatlere dek dışarıda kalabildikleri, herkesin birbirini tanıdığı, çocukların daha büyük çocuklara, o çocukların da komşuya emanet edildiği bir yerdi burası. Şimdi böyle değil tabii. Şimdiki çocuklara baktığımda gerçekten üzüntü duyuyorum. Benim oğlum mahallelik duygusunu hiç bilemedi ki Acıbadem!de yaşıyorum. Orada da bahçeler, ağaçlar var ama Koşuyolu başka bir şey. Koşuyolu dünyalar kadar. Bu sözü laf olsun diye söylemiyorum. Dünyaya adım atmak isteniyorsa mahallelik duygusu iyi bir çıkış noktası. İnsanları sevmeyi öğreniyorsunuz, kötü insan olmadığı kötü yetişmiş insanın olduğunu fark ediyorsunuz. Ve insanların sevgiyle her zaman buluşabileceğini fark ediyorsunuz. Benim hayatımda sevgi çok önemlidir. Zaman zaman öfkeye yenilsem bile hep sevgi ve şefkati ön plana alıyorum. Ben onu Koşuyolu’nda geçen  çocukluğuma bağlıyorum. Hayatta en değer verdiğim şeylerden biridir arkadaşlık, o da buraya aittir.

  • Moda’da yaşamışsınız. Oranın hayatınızdaki yeri nasıl?

Orası da 12 yaşımdan sonraki bir diğer aşkım. 7 yıl yaşadım. Denize çok yakındık, hep kaçar denize geçerdik. Marmara hayatımda önemli yer tutar ki oğlumun adı bile Deniz. Denizle kurduğum ilişki sadece Deniz Gezmiş değil, denizle kurduğum ilişki aynı zamanda bu şehri şehir yapan o kirloş su. Ve martılar tabii ki. Moda’da bir de farklı kültürlerin bir arada olabilmesini yaşadım. Farklı farklı çevrelerden arkadaşlar, kimi çok zengin kimi yoksul. Ve Kadıköy Anadolu’luk… Kendi bünyesinde bir mizahı da var oranın. O da yaşama gülerek bakabilme. onu da orada öğrendim. Moda, Bahariye dendiğinde aklıma arkadaşlıklar, kahkahalar gelir. Kısacası Kadıköylülük kendine has bir duygu yani bende.

  • Şu anda da Acıbadem’de yaşıyorsunuz, hala Kadıköylüsünüz...

Evet. Herhalde ölene kadar hep bu şekilde devam edecek.  Nereye gidersem gideyim hep döndüğüm yer Kadıköy oldu.

“KADIKÖY’ÜN ACI DÖNÜŞÜMÜ”

  • Kadıköy’deki hızlı değişimi nasıl yorumluyorsunuz?

İçler acısı… Maalesef o gökdelenlere baktığım zaman ruhsuz betonlar görüyorum. İçinde insan olmayan bir değişim, değişim değildir. İçinde insan duygu ve ruhunu barındırmayan bir katmanlılık, o katmanların içerisine sinmeyen ruh… Bunlar karşımıza böyle ruhsuz binalar çıkarıyor. Ruhsuz bina, insana ve yaşamlara bir tehdittir. Ve biz bu tehditin altındayız. Ve ne yazık ki bunu yapanlar da, günü kurtarmak için yaptıkları bu katliamın farkında değiller. Dilerim çok kısa zamanda farkına varırlar.

  • Biraz da sizi konuşalım. Yazarlığın yanı sıra akademisyensiniz değil mi?

Bilgi Üniversitesi’nde iki tane yüksek lisansım var. 1998’den beri bu üniversitede ara ara tam ve yarı zamanlı hocalık yaptım. Şu an da hala yarı zamanlı bir bağlantım var.  Öğrencileri çok seven, 7’den 70’e her yaş grubuyla çalışmış biriyim. İnsanlarla ‘öğretmek’ başlığı altında buluşmayı çok seviyorum çünkü sadece öğretmiyorum, onlardan da bir şeyler öğreniyorum. Gençleri çok seviyorum. Örneğin şuan hali hazırda birinci sınıfla 8. sınıf arası her hafta devam ettiğim bir öğrenci kitlem var. Edebiyat eleştirisi dersi başlığı altında onlarla buluşuyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor, çok besliyor. Akademisyenlik deyince sadece belli yaş grubuna belli teorileri öğretmek değil, aynı zamanda yaşamın süreç olduğunu bu süreç içerisinde bazı kuramsal bilgileri hayata taşımanın köprülerinin nasıl oluşturulabileceğini anlatmayı anlıyorum ben. Benim kafamda akademisyenlik fildişi kulelerde oturmak değildir. Bunu yapmayan sayısız da hocam oldu. Ben de onlardan gördüklerimi devam ettirmeye çalışıyorum.

  • Gençlerle ilişki kurmayı sevdiğinizi söylediniz. Son dönemde oldukça genç yazar var. Takip ediyor musunuz?

Açıkçası dergilerden takip ettiğim kadarıyla. Bu ülkenin edebiyat damarını yakalayamaya yatkın buluyorum onları. Ancak Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği politik savrulmanın onların yazdıklarını da etkilediği kanısını taşıyorum. Bizim kuşak zamanında çok içine dönük kuşak diye adlandırıldı. Şimdiki kuşakta da bunu daha farklı içe dönüklük olarak görüyorum. Ama tabii bunun nedeni onların yazma biçimi değil, bizi belirleyen o söylemle ilgili bir şey. Türkiye hiçbir zaman için gerçek anlamda özgür bir ülke olmadığından, bu kaçınılmaz olarak edebiyata da bütün etkinliklerimize de yansıyor.

“SLOGANLAŞMIŞ METİNLERDEN KAÇINIYORUM”

  • Bahsettiğiniz politik savrulma sizin yazılarınıza nasıl yansıyor?

Zaman zaman kendimi çok politize buluyorum mesela. Bu bir edebiyatçı için tehdittir. Çünkü edebiyat politikadan azade bir alandır aslında. Öyle bir yoğurursunuz ki elinizdeki metni, onun içinde politika vardır ama öne çıkmaz, sloganlaşmaz. Sloganlaşmış metinlerim  olduğunda kendime kızıyorum. Ama bir diğer yandan da kaçınılmaz olan, bana çarpan ve kağıda yansıyan da o oluyor. İfade ve özgürlü düşünce özgürlüğü gibi temellerin kendine yer bulamayışı aslında hepimizi tutsak hale getiriyor.

  • Bir röportajınızda, gazetecilik yaparken politikayı çok sert bulduğunuz için edebiyata yöneldiğinizi söylemişsiniz. Edebiyatta politika yok mudur?

Olmaz olur mu? Ulusal bir gazetede haftada 2 defa gündelik hayatın bana yansıyışlarını yazmaya çalışıyorum. Politika dediğimiz şey elbette ki insanın hayatında olmalıdır. Ama siyaset bombardımanına tutulmak gibi bir yaşamdan bahsediyorsak orada büyük bir soru işareti var demektir. Çünkü yaşam esasen bir siyaset değil. Özgürlüklerimizin kendini bulabileceği ya da serpilebileceği yerler o kadar politize edilmiş ki, oradan yeni oluşumlar çıkamıyor, yeni filizler oluşamıyor. Söylemeye çalıştığım o. Yoksa tabii ki siyasetçiler hayatımızda olmalı. Çünkü siyaset bir şekilde hak ve hukukla ilgili. Ama hak ve hukuku her daim herkes her yerde istemek zorunda mıdır? Bu bir yanılgıyı doğurmaz mı? sorusu bir edebiyatçı olarak her zaman kafamda taşıdığım bir soru.

“21. YY İNSANI BÜYÜK YÜK ALTINDA”

  • Kitaplarınız toplumsal durumlardan azade değil. Gezi zamanında ‘Biz Orada Mutluyduk’  adında bir kitap yazmıştınız. Bir edebiyatçı olarak kayıt altına almak mı istediniz o süreci?

Kitabın adı, bizzat oradaki gençlerin bir sözüydü. Her gruptan gençlerle röportajlar yapmıştım. O önemdeki Türkiye’nin geçirdiği süreci anlamak istedim. Açıkçası temel neden buydu. Çok umutlandırıcı yaklaşımları vardı. Sadece o döneme ait değil gelecek 20-30 yıla denk düşebilecek cümleler kurdular,  bana umut verdiler. Ve bugün yaşadığımız darboğazı büyük bir karamsarlıkla geçirmememiz gerektiğinin de bir işareti. Yaşamların doğru oluğu bulması zaman alıyor. Şimdi hemen olması diye bir şey beklenemez. Kaldı ki bugün de bile ben o umudu içimde taşıyorum, geleceğe gitmeye gerek yok.

  • ‘Yaşadığı yeni zamanları anlatmayı seven bir yazar’ olarak tarifliyorsunuz yazın tarzınızı. Peki ülkenin ‘ şimdiki zamanı’na bakınca neleri görüyorsunuz? Nelerin yazılması gerektiğini düşünüyorsunuz? Siz neleri yazıyorsunuz?

‘Çok Özel İsimler Sözlüğü’ kitabımda bunu aktarmaya çalıştım. Gazetedeki yazılarımdan yola çıkarak, genişletme ve daraltmalarla, yeni öyküler ekleyerek bugünün insanına dair bir bileşim oluşturmaya çalıştım. Ben bir 20. yüzyıl insanı olarak, bugünün yani 21. yüzyılın insan tipinin kaldırabileceğinden çok fazla yükün altına girmiş ve bu yükün altında ezilirken bunun farkında olmayan insan olduğunu düşünüyorum. Bence kendine çok büyük kötülük yapıyor. Teknoloji, bilgi akışı inanılmaz boyutta ama baktığınız zaman iki insan ne kadar buluşabiliyor, görüşebiliyor sorusu bence hala çok önemli. Çok hızlı trenlerimiz, metrolarımız var fakat biz bir yerlere ulaşırken aslında buluşabiliyor muyuz? Hız her şey midir? Hızda detayları kaybedersiniz ve detaylar aslında hiç es geçilmemesi gereken unsurlardır. 21. yüzyıl insanının bu detayları es geçmek durumunda bırakıldığına inanıyorum. Niye bu kadar mutsuz, karamsarım, üzgünüm sorularını sorarken, bu detayı da es geçtiğini düşünüyorum. Detayları görmemek, nerede düşünülmesi gerektiğini görmemek, nerde bloke edildiğini görmemek gibisinden...

  • Kitapta, isimler üzerinden hikayeler var. Hikayelerin arka planında neler var peki?

Evet. Bir de kendi düşüncemi yansıtmaya çalıştığım bir giriş yazısı var. ‘Ne değişti ki?’ gibi bir soru var orada. Aslında bakacak olursanız çok da fazla bir şey değişmedi. Üzerimizdeki söylemin değişmemesi gibi bakalım. Bizim o söyleme karşı geliştiremediğimiz tavırlara, susuşumuza, korkularımıza,cesaretsizliğimize bakalım. Bunlar değişmeyenler. Değişenler de demin konuştuğumuz gibi; gökdelenler, metrolar, hızlı trenler, çok çağdaş görünümlü hallerimiz. Kitap, o çerçevenin içerisinde sıkışmış karakterleri anlatıyor.

  • ‘Neden yazar oldunuz?’  sorusuna ‘Hayatın zalimliklerle dolu gerçek haline katlanamadığım için…’ diye yanıt vermişsiniz. Yazarın misyonu hayatı katlanabilir kılmak mı?

Değil tabii ki. Edebiyat metni hiçbir zaman için dünyadaki savaşları bitiremez. Ama edebiyat metni; o savaşın içindeki insanlar eğer savaştan vazgeçip kitap okumaya başladıklarında -eğer iyi bir kitapsa o-  savaşmanın ne kadar beyhude, ne kadar insanın doğasına aykırı ve tehdit olduğunu gösterebilir. Ve bu gösteriş, o kişiye olmasa bile evladına, evladına olmasa bile torununa bir yön çizebilir. Uzun soluklu bakmak lazım. Edebiyatın işlevini hemen şimdi diye düşünmemek lazım. Edebiyatın evrenselliği; insanı merkezine alıp sorgulaması, onu yüzleşmeye davet etmesi ama aynı zamanda da bunu hemen şimdi yapmak gibisinden bir ağır yükün altına girmemesidir.

  • Bir müzisyenle yaptığım röportajda ‘Müzik dünyayı değiştirir mi?’ diye sormuştum, o da ‘Müzik dünyayı değiştirmez ama iyi müzik dinleyen insanlar dünyayı değiştirir’ demişti. Tam sizin söylediğinize paralel bakış açısı.

Evet evet. Bugün dünyanın hangi coğrafyasında olursanız olun, hangi sınıftan olursa olsun iyi kitap okuyan biriyle ortak bir payda bulabilirsiniz, dünyaya, insana, yaşama dair.  Bu beni çok heyecanlandırıyor. Aynı şey sanatın bütün dalları için geçerli. Sanatın sadece ruhunuzu dinlendirme gibisinden bir etkisi yok bizi değiştirme ve dönüştürme gibisinden bir etkisi var. Bu da aslında insanlar değiştirmek için önemli bir adım. Hiç azımsamamak lazım.

  • İyi kitap nedir peki?

İyi kitap, gündelik hayhuyun içerisinden, insana dair olanın, evrensel olanın yakalanabilmesidir. Bugün mesela Shakespeare’yi, Dostoyevskiyi, Virginia Woolf’u hala okuyorsak sadece dönemi anlattıkları özelliklerinden değil. Kullandıkları karakterlerin evrensel boyuttaki çelişkileri, o çelişkilerle o karakterlerin yüzleşmeye çabalaması yüzünden. İyi kitaptan bunu anlıyorum. Çok ya da az satması, az ya da çok okunması değil.

  • Siz kadın dayanışmasını, kadın kimliğini çok önemseyen bir yazarsınız. Kadın edebiyatçıların hali nedir bu topraklarda?

Bu hep soruluyor. ‘Türkiye’de kadın yazarı olmak nasıl?’ diyorlar. Ben de ‘Elbette ki çok zor’  Zor ve heyecan verici esasen. Çünkü aslında üstü örtülmüş olan birçok alanı açıyorsunuz. Sözcüklerinizle, ifadelerinizle veya ifade etmediklerinizle, suskunluğunuzla metnin içerisindeki. Bakir bir alan. Voolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’sı çıkış noktası olabilir bu açından. Günümüzdeki hayhuyun içerisinde kadınların üretebilmesi için sessizliğe, berrak bir düşünce silsilesine ihtiyacı var. Bu mümkün mü bugünün Türkiye’sinde? Mümkün. Çünkü siz yazıyı masanızın başına koyduysanız arkadaş diye,  o arkadaşın sizden istediğini de bir biçimde yaparsınız. Çünkü bilirsiniz ki o buluşma sadece yaratacağınız metne değil size de çok sağaltıcı gelecek. Siz de iyileşeceksiniz, siz de mutlu olacaksınız. Yazı yazdığım zaman – Türkiye’nin bu halinde bile- kendimi o kadar kaybediyorum, o kadar mutlu oluyorum ki. Terapinin böylesi. O çok özel bir alan. Ve kadınların bunu yapmasını ise çok daha anlamlı buluyorum. Çünkü kadınlar dünyadaki en önemli barış umudum. Onlardan çıkacak olan mesaj, bugün erkekleri de içine almış olan bu vahşi söylemi ehlileştirmek için çok önemli bir adım olabilir. Laf olsun diye söylemiyorum bunu. Dünyanın birçok yerindeki harekete baktığınızda  bunun kadınlardan gelen ve dönüştürme potansiyeli olan hareketlerle bağlantısı inanılmaz. Az buz bir şey değil. Ve bugün gerçekten buluşmaktan söz ediyorsak bu buluşmayı da en çok kadınların yapabileceğine inanıyorum.

  • Size cinsiyetiniz üzerinden bir soru soruyor olmak bile tuhaf… Hiçbir erkek edebiyatçıyla röportaj yaparken ‘Erkek edebiyatçı olmak nasıl bir şey?’ diye sormuyorum.

Evet. Bu bile aslında ne kadar büyük bir adaletsizliğin içinde olduğumuzu gösteriyor. Demin evrensel metinden söz ettik. O evrenselliğin içinde bile esasen soru işareti mevcut. Ama buna rağmen ne yapacağız her defasında kadın yazarın ne anlama geldiğini, kadın gazeteci, kadın savaş muhabiri olmanın zorluklarını açıklayacağız ve devam edeceğiz. Ne zamana kadar? Sözümüzün sahibi olana kadar, sözümüz dünyaya yayılana kadar. Ve sonrasında da tabii ki. Ömür böyle geçecek! Ama geçsin, bu yolun yolcusuyuz çünkü.

Yazar, akademisyen, televizyoncu

İstanbul’da doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları ve Araştırma Bölümü ile The Ohio State University’deki yüksek lisans derecelerinin ardından öğretmenlik yaptı. Önce öyküleriyle tanındı. Perende, Columbus’un Kadınları, Arkası Yarın, Transit Yolcular, Kısa Ömürlü Açelyalar ve Tezcanlı Hayalet Avcıları adlı altı öykü kitabı var. Ardından beş romanı yayımlandı: Kül ve Yel, Cemre, Kafdağı, Civan ve Babamın Ardından. Yıkık Kentli Kadınlar ve Cımbızın Çektikleri (Ümran Kartal ile birlikte) adlı inceleme kitapları da bulunan Müge İplikçi, 1996’da Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü ve 1997’de Haldun Taner Öykü Ödülü üçüncülüğünü kazandı. Yazdığı ilk gençlik romanı olan Yalancı Şahit (Günışığı Kitaplığı, 2010) ÇGYD (Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği) tarafından Yılın En İyi Gençlik Romanı Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü. Yazar, bunun ardından bir diğer gençlik romanı olan Saklambaç’ı yazdı. İplikçi’nin aynı yayınevinden çıkan dört çocuk kitabı daha var. Uçan Salı, Acayip Bir Deniz Yolculuğu, Kömür Karası Çocuk ve Dondurmam Tılsım. İstanbul 2010 Avrupa kültür başkenti projesi çerçevesinde Heyamola Yayınları’ndan çıkan Koşuyolu, Dünyalar Kadar adlı otobiyografik kitabında ise kendi çocukluğunun izini sürdü. Gezi direnişine katılan gençlerle Biz Orada Mutluyduk adlı röportaj kitabı ise Doğan Kitap’tan çıktı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki yarı zamanlı öğretmenliğini ve Vatan gazetesindeki köşe yazarlığını sürdüren İplikçi’nin eserleri başta İngilizce, Almanca ve Arapça olmak üzere birçok dile çevrildi. Türkiye PEN Kadın Yazarlar Komitesi başkanlığını aralıklı olarak 2004-2005 ve 2007-2009 yılları arasında yapan yazar aynı zamanda Medyascope.tv’de Nazan Haydari’yle Zeytin Dalı programını hazırlayıp sunuyor.


ARŞİV