Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ını bilirsiniz. Her gün bakire bir kızla evlenip sabahına kafasını vurduran Pers şahını birbirinden heyecanlı öyküleriyle meşgul ederek canını kurtarmaya çalışan bir kadın… Kadıköylü yazar Ece Erdoğuş Levi, Şehrazat’tan yola çıkarak günümüz Türkiye’sinde katledilen kadınları anlatıyor yeni romanı “Şehrazat’ın Son Sözleri’nde. Kafka Kitap’tan çıkan 148 sayfalık eserde Levi, erkek şiddetine maruz kalan farklı farklı kadınların sarsıcı hikâyelerini ilgi çekici bir kurguyla aktarıyor.
Ece Erdoğuş Levi ile yaşadığı semt olan Moda’nın iskelesinde buluştuk.
Romanın adıyla başlayalım; Şehrazat efsanesini, günümüz Türkiye’sine taşımanızdaki sebep neydi?
Şehrazat’ın Binbir Gece Masalları’ndaki “yaşamak için anlatmak eylemi” bana birçok manada çarpıcı geliyor. Örneğin fiziken yaşamak için anlatmak, kendini gerçekleştirmek için anlatmak, hayatı daha çok anlamlandırdığı için anlatmak, ölümsüz olabilmek için anlatmak… Bu çok anlamlı bulduğum eylem beni yola çıkardı. Kahramanım Şehrazat’ın da Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ı gibi anlatacak hikâyeleri var. Uzun süre kadın araştırmaları üzerine çalışmış biri, aynı zamanda bir yayınevinde editör. Kadın hikâyelerinden oluşan, yıllardır tamamlamaya çalıştığı bir kitabı var, bu kitap da Şehrazat’ın Son Sözleri’nin içinde yer alıyor. Yani iki kitap arasında hem özde hem de kurguda bir akrabalık var.
Şehrazat’ın Son Sözleri’ni “Türkiye’de şiddet ve baskı gören, tecavüz edilen, yaralanan, öldürülen, sır olan, sesini duyuramayan tüm kadınlar için” yazdığınızı söylüyorsunuz. Kadın bir yazar olarak bu konuda kendinizi sorumlu mu hissettiniz?
Belki sorumluluk denebilir, evet… Ben her şeyde dönüp hep önce kendime bakan biri olduğum için, belki de kendiliğinden bu durumda da aynı şeyi yaptım. Yıllardır birikiyor bu hikâyeler içimde. Duygum da tam olarak şuydu: Bu haberlerle yaşarken başka hangi konu hakkında yazacağım ki? Sene başından beri 355 kadın öldürülmüş, bu sadece 2022!
“Bunlar yaşanırken bir kadın yazar olarak yapabileceğim en anlamlı şey bu romanı yazmaktı. Okur da kendini bu kahramanların yerine koyabilirse, onların hikâyelerini kendisi yaşıyor gibi hissedebilirse, onlar da ‘ben kendi adıma bu büyük sorun için ne yapabilirim’ sorusunu sorabilirler.“ diyorsunuz. Şehrazat’ın Son Sözleri, Türkiye’deki kadına şiddet sorununun çözümünde nasıl bir rol oynayabilir sizce?
Öncelikle şiddete maruz kalan ya da öldürülen kadın haberleri maalesef şaşırtıcı olmaktan çıktı. Öyle ki, çok tuhaf bir şekilde ölen kadın, kanlı canlı, annesi, babası, çocuğu, arkadaşları olan biri değilmiş, adeta bir gazete haberiyle sınırlıymış gibi algılanmaya başlandı sanki. Bu çok acı. Edebiyat bize yaşamadığımız, gitmediğimiz mekanlarla zamanların, olmadığımız insanların duygularının zihnimizde vücut bulmasını sağlıyor. Ben de bir yazar olarak bu hikâyeleri anlatmayı seçtim, çünkü kalemimle kendi adıma bunu yapabilirdim. Bu çok büyük ve farklı boyutları olan bir sorun. Bahsettiğiniz röportajda, “romanımdan okura ne kalsın isterdim” diye sorulduğunda, keşke bu hikâyelerden etkilenen bir okur da kendine ben kendi adıma ne yapabilirim diye sorsa dedim. Demek istiyorum ki, evet kadına şiddete karşıyız ama kendimize ‘ben ne yapabilirim’ diye soruyor muyuz?
“EDEBİYATIN GÜCÜNE İNANIYORUM”
Arka kapaktaki “belki ikisinin de kaderini değiştirirdi hikayelerin sihri, sırrı, sahihliği” ifadesine atıfla; hikayeler kader değiştirebilir mi sizce?
Hikâyeleri öyle gerçek, öyle gizemli ve sihirliydi ki, Şehrazat ve diğer kadınlar için değiştirdi. Bu sayede Şehrazat da diğer kadınlar da hayatta kaldılar. Gerçek hayata gelirsek, artık biraz klişe bir laf gibi gelse de “Bir kitap okudum hayatım değişti” diyenlerin sayısı az değil. Edebiyatın gücüne, insanlardaki yansısına, sihrine çok inanıyorum. Çok insanın hayatına dokunmuştur edebiyat, dokunmaya da devam edecek.
“Her Şeyi Baştan Anlat” da bir kadın romanı idi. Şehrazat’ın Son Sözleri de öyle. Neden kadınları yazıyorsunuz?
Ben de istiyorum şöyle romantik bir aşk hikâyesi yazayım… Elbette espri yapıyorum. Sanırım bu hiçbir zaman mümkün olmayacak. Hem içinden geçtiğimiz zaman ve gündem bunu mümkün kılmaz, hem de ben hep birtakım arızalı durumların üzerine gitmeye meyilliyim. Bu yüzden de yazdıklarımın özünde hep bir isyan duygusu var. Aslında ne beni çok etkiliyorsa, kendine çekiyorsa o hikâyelere doğru gidiyorum. Özellikle bu konuda yazmalıyım demiyorum. Bir mesele içimi çok yakınca kendiliğinden ilerliyor süreç…
“SARSILARAK YAZDIM”
Romanın yazım süreci nasıldı? Sürekli bu ağır konularla hemhal olmak zorladı mı sizi?
Evet, tüm bu kadınların hikâyelerinde ilerleyebilmek adına onların odalarına girmeye, her biriyle bir olmaya, hissettiklerini anlamaya, anlamanın da ötesinde kendi içimde hissetmeye çalışırken içim çok yandı. İçim titreyerek, o anlarda ilerledikçe sarsılarak yazdım hemen hemen hepsini. Masadan kalktıktan sonra her sefer epey sürdü bu hissiyat.
Kitabınız roman türünde ama öykü kitabını da çağrıştırıyor. Bu kurgu biçimini seçmenizdeki neden ne?
İçim titreyerek, sarsılarak yazdım dedim ya, hâlâ tüm kadın kahramanlarıma sarılmak istiyorum, onlara yaşattıklarım için. O bölümler de, yani yaptığım üst kurgu da bunu gerçekleştirmek, belki özür dilemek, desteklemek, bazen de ilahi adaletin tecelli etmesi adına… Yani öylece bırakamadım kadınlarımı, onları öyküleriyle bıraksam sanki her şey yarım kalacaktı.
Romanda gündüz yayınlanan, hedef kitlesi ev kadınları olan programları ve sosyal medyayı da ele alıyorsunuz. Bu ikisinin kadın cinayetlerindeki rolü ne sizce?
Mahvın Başı adlı hikâyemde bu programlara, oradaki hikâyeler üzerinden ilişkilerin ne kadar yozlaştığını göstermek adına yer veriyorum. Bahsettiğim hikâyenin kahramanı, zamanında eski sevgilisinden şiddet görmüş, onu hatırlıyor birdenbire. O sırada da televizyon açık, bir moda programı var; herkes birbirine kavgada söylenmez lafları büyük bir doğallıkla ettikten birkaç dakika sonra keman taksimi eşliğinde ağlaşıyorlar, çok değil, beş dakika sonra da karşılıklı göbek atıyorlar. Yine gündüz kuşağından bir başka programda da kadın dört çocuğunu evde bırakıp, yine bilmem kaç çocuğu olan evli alt komşusuyla kaçıyor. Bütün bu çılgınlıklar silsilesi karşısında benim kahramanım olan kadın da ironik bir bakışla biraz da hayretler içinde, kendini, hayatını ve o eski ilişkisini sorguluyor.
Roman mutlu son ile bitiyor. Buradan hareketle; bu sorunların çözümüne dair umutlu olduğunuzu varsayabilir miyiz?
Umutlu olmak zorundayız, umut etmezsek bu sorunlar adına çaresizliği de kabulleniş olur bu. Umutlu olacağız, inanacağız ve elimizden ne geliyorsa yapacağız. Duyurmaksa duyurmak, savunmaksa savunmak, herkes elini kendi düsturunca taşın altına koyarsa neden umutsuz olalım?
Bir röportajınızda “Kahramanım Şehrazat, yani romanın yazarı anlatıyor o bölümleri, kendisi uzun zaman kadın araştırmalarında çalışmalarda bulunmuş biri ve ünlü bir yayınevinde editör aynı zamanda kitapta” diyorsunuz. Kendinizi Şehrazat ile özdeşleştirmişsiniz galiba.
Aslında bir yandan çok başka biri, benden farklı bir hayatı var, ama ‘yazar’ tarafı düşünülürse, evet Şehrazat’la epeyce özdeşleştim diyebilirim. Bu, hikâyelerin daha doğrudan yazılmalarını da sağladı bence. Bir de kitaptaki üst kurguda özellikle bunu daha çok hissettim.
Masal adında bir kızınız var. O da büyüyüp bir gün Türkiye’deki kadınlardan biri olacak. Kadına yönelik şiddet bağlamında soruyorum; nasıl yetiştiriyorsunuz onu, neler öğütlüyorsunuz?
Eğitim benim için çok önemli, verebileceğimiz en iyi eğitimi vererek, bağımsız bir kadın olmasını amaçlayarak yetiştiriyorum. Şiddet karşısında asla susmaması gerektiğini biliyor, sadece kendine yönelik olarak da değil, insanlar kadar hayvanlara karşı da şiddet söz konusu olduğunda. Türkiye’de kadınları, eş ya da sevgili şiddetine mahkûm eden en önemli sebeplerden biri ekonomik bağımsızlıklarının olmaması. Evliliği bir ‘iş’ gibi görmek zorunda kalan kadınların sayısı hiç az değil. Bu aslında daha çocukluktan evliliğin empoze edilmesinden de geliyor. Benim ailemde asla bana “Büyüyeceksin, gelin olacaksın, evleneceksin” gibi laflar edilmedi. O yüzden onu da tümüyle bağımsız bir kadın olması adına kendim gibi yetiştiriyorum diyebilirim. Örneğin bana bir keresinde “Büyüyünce evlenmek zorunda mıyım?” diye sordu. “Hayır tabii ki!” dedim. “Herkes evlenmek zorunda değil, bu sadece bir seçim. Anne olmak da öyle, istersen anne olmayı seçersin, istersen seçmezsin.” Okulda bir kız çocuğuna söylemiş bunu, kız bir itiraz etmiş, hayır efendim herkes büyüyünce evlenir diye! Bana anlattı, “Yok öyle bir şey, kandırmışlar onu” dedim. (gülümsüyor)
“Hemen hemen bütün romanlarımda Kadıköy geçer, bu da tamamen kendi doğallığında gelişen bir durum” demiştiniz 2018’de yaptığımız röportajda. Bu romanda Kadıköyügöremedim?
Çok haklısınız, doğallıkla gelişiyor dedim ya, iyi ki de geçmedi diyelim bence! (gülümsüyor) Her gün şükrediyorum Kadıköylü olduğum, Moda’da yaşadığım için…