Kar yağıyordu ve Kadıköy güzeldi…

Kadıköy’ü anlattığı ilk romanı  ’Karlar Altında Körler Ülkesi’’ ile okuyucu karşısına çıkan yazar Serhat Çelikel, ‘’Yazının dertleri, Kadıköy, aile, kenarda bir aşk hikâyesi, ölüm, zamanın akışı ve tüm bunların neşeleri ve kederleri var kitapta…’’ diyor

29 Temmuz 2016 - 15:49
GÖKÇE UYGUN
Gazete Kadıköy’ün yakın takipçileri bilirler, geçmişin Kadıköy’ünü sık sık sayfalarımıza  taşırız. Kimi zaman ileri yaştaki Kadıköylülerin anıları kimi zaman da kitaplar rehberlik eden bu yazılarımıza. Bu kez bir roman var gündemimizde. Adı ‘’Karlar Altında Körler Ülkesi’’. Yazarı da 84 doğumlu genç kalem Serhat Çelikel.
Çelikel ile, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okuyucuya sunulan romanı ve Kadıköy’ü konuşmak üzere kitabın merkez üssü Moda’da buluştuk…

- Genç bir yazar olarak kendiniz okurlarımıza biraz tanıtır mısınız?
Özgeçmiş kısmı pek sevmediğim bir iş. Kısaca söylemek gerekirse 1984’te Tokat’ta doğdum, Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü mezunuyum. Üniversite yıllarım Kadıköy’de geçti. 2008’e dek Tokat’ta öğretmenlik yaptım. Şu an sadece yazıyla ilgileniyorum.

- Yazı ile ilişkiniz ne zaman ve nasıl başladı? Yani sormak istediğim halihazırda bir mesleğiniz varken ‘yazar’ olmayı neden istediniz?
Yazıyla ciddiye alınabilecek ilk çabalarım üniversite yıllarında başladı. O sıralar hep şiirle uğraştım, düzyazıya geçiş daha sonra oldu. Çalıştığım süre boyunca esas ilgim yazı oldu, mesleğimse ihtiyaçlarımı karşılamak için gereken imkanları sağlamaya yaradı sadece. Bunun dışında bir şey ifade etmiyor. O yüzden iki şey arasında bir tercih durumu hiç olmadı zaten, yazı benim için esas olan, yapmak istediğim şeydi, diğer her şey oyalanma, odağı saptıran şeylerdir bir nevi.

-  Peki Kadıköy hayatınızın neresinde? Nasıl oldu da Kadıköy ile ilgili bir roman yazmaya karar verdiniz? Ki bildiğim kadarıyla Safiye Erol’un ‘’Kadıköyü’nün Romanı’’ dışında direkt bu ilçeyi konu edinen pek bir eser yok.
Kadıköy’le bağım üniversite yıllarına dayanıyor, kampüs Göztepe’de olunca haliyle Kadıköy de neredeyse yürüme mesafesinde. Ben de üniversitenin çoğu öğrencisi gibi, esas vakit geçirme, aylaklık alanı olarak Kadıköy’ü tercih ediyordum. Çıkıp boş boş dolaşmak, çay bahçelerinde vakit öldürmek, eş-dostla vakit geçirmek için hep Kadıköy vardı. Şiirlerimde de ara ara gizli saklı geçerdi ama bir gün daha uzunca Kadıköy’den bahsedeceğimi aklımın bir köşesiyle biliyordum galiba.
Evet, Safiye Erol dışında genelde Kadıköy üzerine yazılan çizilen şeyler hep hatırat şeklinde kitaplaştırılmış. Erol’unki de biraz Abdülhak Şinasi gibi roman ve hatıratın iç içe olduğu bir roman. Ben ilk kez araştırma için malzeme toplayacağım zaman, bu durumu garipsemiştim, çünkü hatıratları okudukça, nasıl olur da bunca şeyin yaşandığı Kadıköy’le ilgili onlarca roman yazılmamış, diye düşünmüştüm. Bir yandan böyle bir şey bana daha geniş bir alan açmış oldu. Bu şekilde, bu vaka daha önce bir romanda geçmiş, bu pastane daha önce bir romanda zaten anlatılmış demeden, elimdeki malzemeyi dilediğim gibi kullanabilmiş oldum. Karar aşamasına gelince de, dediğim gibi, Kadıköy’le ilgili bir şeyler yazacağımı hep biliyordum.

-  Karlar Altında Körler Ülkesi, bir dönem romanı, 1930’ların Kadıköyü’nü anlatıyorsunuz. Cumhuriyet’in ilk zamanlarını seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Bir şeylerin sonu ve başı bir roman için uygun şartları sağlayabilecek bir alan, bir hareketlilik sunuyor diye düşünüyorum. 1930’lar, yeni bir Cumhuriyet, değişim ve bunun bocalamaları, acemilikleri benim anlatmak istediğim hisler için çok uygun bir zemin sağlıyordu. ne tamamen yepyeni bir başlangıç ne de bitmek üzere olan bir dönem olsun istedim. Az çok oturmuş ama biraz da istihzayla bahsedilecek yanları olan bir zaman dilimi vardı elimde. Şeylerin, kişilerin zayıflıklarından, olmamış yanlarından bahsetmeyi severim. Aslında kitabın ilk taslağı 1800’lerin sonundan başlıyor ama biraz bahsettiğim nedenlerle, biraz da teknik sebeplerle daha sonra bunları atmak durumunda kaldım.

-  Bana sorsalar bu kitabın temaları ‘’yazı, Kadıköy ve aile saadeti ve aşk...’’ derdim. Ben size sorsam, siz ne dersiniz?
Haklısınız bence, benim için de ana izlekler yazı, yazının dertleri, Kadıköy, aile, kenarda bir aşk hikâyesi ve belki bu âlemde geçici olmak, ölüm, zamanın akışı ve tüm bunların neşeleri ve kederleri diyebilirim.

-   Bir de şöyle sorayım; kitabı okumamış biri ne bulacak bu romanda?
Bolca eski Kadıköy, bir yazarın/yazar olmaya çalışan birisinin buhranları ve neşeleri, bir arkadaş grubuna, bir topluluğa ait olmak istemek ama bir yandan da tek başına olabilmek ve bunun meşakkatleri, biraz da karşılıksız, epeyce umutsuz bir aşk diyebiliriz.

-    Nasıl bu kadar detaylı/gerçekçi yazabildiniz? Sanki o dönemleri bizzat yaşamışsınız gibi hissediliyor.
Teşekkür ederim yorumlarınız için, böyle hissettirebildiysem ne mutlu. Tabii dönem romanı yazarken o dönem yazılmış romanlar, esas mekanınızı konu edinmiş hatıratlar, gazeteler, dergiler derken kendinizi muazzam bir bilgi deryasının ortasında buluyorsunuz, önemli olan ne kadar bilgiyi kullanacağınıza, hangi bilgilerin romanın temasına, hissiyatına, kahramanlarına bir şeyler katacağına karar vermeniz. Çünkü malumatfuruşluk yapmak değil, bir dünya kurmak istiyorsunuz, bunun için de bilginin dozunu iyi ayarlamak, yığınlar yapmak yerine, insana içinde kaybolmayacağı kadar fakat kendini de o yerde, o zamanda hissedebilecek kadar bilgi vermek gerekiyordu. Benim için esas zor kısmı buna ayar çekmek oldu diyebilirim.

-    Detaylı bir araştırma yapmış olmalısınız. Kimleri, hangi kaynakları okudunuz? Yeterince kaynak bulabildiniz mi?
Yeterince kaynak bulabildiğimi sanıyorum. İlle de Kadıköy’le ilgili olmasına gerek yoktu kaynakların, dönemin ruhunu, zevklerini, insanlarını anlamak için Kadıköy’le alakalı olmayan da bir sürü şey okudum. Hatta hayatım boyunca kapağını açmayacağım şeyleri okuyup onlardan bile yararlandım. Tabii bir de eskinin sigorta haritaları falan var, bunlar çok faydalı oldu. Kadıköy’le alakalı olanlara gelince, sanırım Kadıköy’e dair kıyısında köşesinde bilgi olan hemen her kitabı okudum, inceledim diyebilirim. Özellikle Kadıköy üzerine yazanlar konusunda, Müfid Ekdal, Adnan Giz gibi isimler ilk akla gelen, benim iskelet kurmamda önemli bilgiler sağlayan isimlerdir.

-    Ne kadar sürede yazdınız bu kitabı? Mesela kitapta adı geçen yerlere bizzat gittiniz mi?
3,5-4 yıllık bir süreçti. Kitapta adı geçen yerlere ve kurmaca olan yerlerin esin kaynağı olan yerlere birçok kez gittim tabii. Birkaç taslak, yanlış başlangıçlar, bir iki kez de neredeyse baştan yazmak gibi şeylerle uğraştım. Epey yorucu ama bitince de rahatlatan bir macera oldu.

-    Kitabın başlangıcında Shakespeare’den alıntı var. ‘Karlar Altında Körler Ülkesi’ onun bir eserinin mi adı? Siz nasıl kitaba isim olarak seçtiniz? Kitabın adını, romanda yaşanan yoğun kış aylarına atıfla mı belirlediniz?
Kitabın ismini belirlemek biraz zor oldu. Son ana kadar erteledim, aday isimler vardı ama bir türlü içime sinmiyordu. Bir yandan isimde Kadıköy olsun istiyordum ama bir yandan da bunu açıktan yapmakla ilgili tereddütlerim vardı. Bir gün kitabın editörleriyle bir öğle yemeğinde, kitabın ismini konuşurken, bir bölümün de adı olan bu isimle ilgili fikirlerini sordum, ikisi de beğendi, bir anda üçümüz de nasıl aklımıza gelmedi dercesine benimsedik ismi. Kar ve kış da benim için olmazsa olmaz temalardır, onun da isimde olmasını istedim. Shakespeare’inse böyle bir oyunu yok, kurmaca, biraz oyunculuk yapmış olduk orada da.

-    Kitapta bahsettiğimiz mekanların çoğu gerçek, değil mi? Mesela Aleko’nun gazinosu, Moda Palas gibi. Peki ya Rüya Tiyatrosu?
Birçoğu gerçek, kalanlar da gerçek mekanlardan esinlenmiş ama ismini bir sebepten değiştirdiğim yerler. Moda tarafında Rumca filmlerin oynatıldığı bir sinema varmış bir zamanlar, Rüya Tiyatrosu’nu biraz ona yakın konumladım.

-    Romandaki zamanlardan günümüze, değişen şeyler olduğu kadar değişmeyenler de var, misal Kurbağalıdere sorunu... Var mı sizin başka gözleminiz?
Değişmeyen şeyler de var tabii. Mabedlerin hemen hepsi duruyor, bunun yanında Şekerci duruyor, Moda Eczanesi duruyor, -ilk açıldığı yer Kızıltoprak diye biliyorum- Whittall ailesinin evlerinden biri şu an Barış Manço Müzesi, Haldun Taner, yani eski itfaiye binası, Mahmut Muhtar Paşa’nın Mermer Köşk’ü, hatta bir ara Kadıköy Lisesi’ydi, bir süredir kütüphane olan Şehremaneti ilk aklıma gelenler. Bunun dışında esas bir şey var değişmemiş olan, Kadıköylüler her dönem kendilerini özel hissetmiş, Kadıköylü olmaktan haz almış ve gurur duymuşlar, bu durum pek değişmemiş gibi geliyor bana.

-    Roman aynı zamanda ‘yazmaya çalışan bir yazarın’ da hikayesi. Bütün romanı da onun içsesinden okuyoruz. Onun hakkında neler söylersiniz?
Baş kahraman biraz naif, biraz öfkeli, epeyce kırılgan, bir yandan da her zaman işe yaramasa da inatçı. Hayatta birilerine, bir şeylere kızıp çareyi yazmakta buluyor, birçok yazar için tanıdık gelebilecek bir temadır bu sanırım. Biraz intikam alıyor gibi hayattan. Fakat ben o kadar öfkeli değilim galiba.

-    Romanda eski toplumun azınlık unsurları dikkat çekiyor. Kahramanımızın aşkı Eleni başta olmak üzere Rum, Ermeni arkadaşlar, esnaf vb.  O zamanlar Kadıköy daha ‘çokkültürlü/dinli’ imiş, değil mi?
Tabii tabii, aynen söylediğiniz gibi. Ben 1930’ların sonlarından bahsediyorum, o döneme kadar bile bir sürü badire, felaket, onca acı şey yaşanmış olmasına rağmen ciddi bir azınlık nüfusu var, 60’ların, 70’lerin sonlarına kadar da bir şekilde iyi kötü böyle bir ortamdan söz edilebilir sanki. Romanı okuyup bitirince, okurun romanın kahramanları nerelerdedir şimdi demesini istediğim kadar, onları, bunca azınlık nereye gitti, bu iş nasıl oldu da bu noktaya geldi, deyip ufak tefek de olsa bir hayıflanmaya, belki biraz araştırmaya, kafa yormaya da itmek istedim.

-    Bir röportajınızda, ‘’Romanım için Kadıköy konaklarını araştırıyorum ve canım konakları hunharca apartmanlara dönüştüren bu vahşi hırsı bir türlü içime sindiremiyorum. Boncuklu apartmanlar ve berbat gökdelenler arasında yaşayıp ölecek bir nesil büyüyor şu anda, genç sayılabilecek birisi olarak ben bile acıyorsam onlara, durum çok vahim demektir,’’ demişsiniz.
Daha demin öfkeli değilim dedim ama epeyce öfkeli bir laf etmişim, hatırlamıyordum. Hayıflanma kısmı hâlâ geçerli ama bir yandan da yalnızca mekan ve zaman olarak değil anlayış olarak da köklü değişikliklerin yaşanmış olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Amcaların, teyzelerin, dedelerin, babaannelerin bir arada yaşadığı bir aile artık sürdürülebilir olmayınca bakımları çok zahmetli ve masraflı olan konaklar, köşkler de bir süre sonra yap-satçılara verildi haliyle. Tabii ki korunabilmelerini çok isterdim, fakat bunun arkaplanına, o röportajda daha bireysel sebepleri koymuşum, biraz fevri bir laf etmişim, halbuki çok daha ciddi toplumsal ve iktisadi sebepleri var. Mesela biz şimdi üç milyon nüfuslu bir İstanbul’dan bahsediyor olsaydık, belki birçok başka şeyden bahsetmeye gerek kalmayabilirdi.

-    Romanın yaşandığı 100 yıl öncesinden bu yana Kadıköy çok değişti, hatta belki artık ‘yeni Kadıköy’den bahsetmek mümkün. Bugünü nasıl görüyorsunuz, bu hızlı değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Galiba kaçınılmaz olarak görüyorum. Kabullenme mi, rasyonellik mi, bilmiyorum ama artık “Hay Allah!” demek bana çok çalışmıyor. Şehirlerin önceki hallerini, cazibelerini, ruhlarını -artık ne ad koymak isterseniz- koruyabilmeleri için ülkelerin çok merkezli olmaları, nüfus olarak benzer dağılımlara sahip olması, farklı bölgelerdeki diğer yerleşim yerlerinin de büyük şehirlerdekine denk olmasa da benzer cazibelere fırsat tanıyan mekanlar olması gerekiyor. Şu anki sistem içerisinde İstanbul’un, Kadıköy’ün değişiminin ve kalabalıklaşmasının önü alınabilir gibi durmuyor. Kitapta da hayıflanma ve kuru nostalji gibi bir niyetle değil de, bir zamanlar böyle de bir hayat vardı bakın diyebilmeyi önceliğim olarak gördüm.

-    ‘1930’ların Kadıköy ruhu’nu yazmışsınız ki bence gerçekten de o zamanların ‘başka bir ruhu’ varmış. Misal bundan 100 sene sonra biri ‘2000’lerin Kadıköy’ünü’ kaleme alsa, neler yazar tahminen?
Burada yaygın bir hile de var, geçmiş bize her zaman olduğundan daha güzel gözükecek. Bence de o zamanın daha çekici bir hali, kendine has merasimleri ve ruhu, evet, varmış ama bugünlerden uzaklaştıkça belki bugünlerin de anlatılacak yanları ya da hey gidi günler denecek anıları daha görünür hale gelecektir. Bu arada, gerçekten içinize doğmuş gibi sordunuz. 2000’lerin Kadıköy’ünden bahsetmeniz ilginç oldu, şu anda böyle bir roman üzerine çalışmaya başladım.

-    Biraz afaki bir soru olacak ama ‘bugünün Kadıköyü’nü neden yazmadınız mesela? Geçmişin günlerinde sizi çeken/yazmaya iten şey ne?
Araştırarak yazmayı çok sevdiğimi fark ettim öykü kitabını yazarken. Sizden mesafe ve zaman olarak uzak şeyleri sanki daha iyi anlatabiliyorsunuz, biraz çelişkili gibi gözükse de yazıda benim önemli diyebileceğim kavrayışlarımdan birisi oldu bu. Bugünün olmasa da 2000’lerin Kadıköy’ünü de yazacağım bu arada yukarıda söylediğim gibi. Ama yine araştırarak, bolca röportajlar yaparak olacak bu. Sanırım yazı epeyce yalnızlık gerektiren bir iş olduğu için, başka kitaplar ve kitaplar vasıtasıyla yazarlarla veya insanlarla etkileşim halinde olmak, az da olsa -biraz yanılsamalı da olsa- sosyal bir yan sağlıyor belki de.

-    İşim gereği pek çok ileri yaşlı Kadıköylü ile röportajlar yapıyorum. Hepsi de sizin romanınızda bahsettiğiniz dönemleri özlemle anıyorlar. Genç-ileri yaşlı Kadıköylü okuyucudan nasıl geri dönüşler aldınız?
Kitapla ilgili pek dönüş aldığımı söyleyemeyeceğim sanırım. Ama o dönemleri yaşamış birilerinden bir şeyler duymak çok ilginç olabilirdi tabii.

-    Kitap kapağındaki mekan Kadıköy’den gerçek bir mekan mı?
Kapak Dilek Yücel’in bir yağlıboya resmi ama Kadıköy’de bir mekan değil. Fakat hep kahramanlarımın böyle bir yere gidip, yiyip içip muhabbet ettiğini düşündüm. Kitaba dair en sevindiğim şeylerden birisi kapaktır diyebilirim, resim olarak da çok seviyorum. Orijinali de bendedir, hava atmak gibi olmasın.

-    Kişisel gözlemimle bir şey soracağım; kitaptan ben Orhan Pamuk tadı aldım ki Pamuk’u çok severim. Belki biraz da bu yüzden romanınızı epey beğenmiş olabilirim. Ne dersiniz bu gözlemime? 
Ben de Orhan Pamuk’u çok çok severim, sevdiğim her yazardan etkilenmişimdir, belki Orhan Pamuk’tan biraz daha fazla. Çok şey borçlu olduğum bir yazardır, her fırsatta söylerim bunu.

-    Kitabı adadığınız Gülsen ve Faruk’un kim olduğunu sorabilir miyim? (Bence bir kitabı birine ithaf etmek yazarın en mahrem paylaşımı bence ve oradaki isimler genelde ilgimi çeker)
Annem ve babam.

-    Lütfen yanlış anlamayın ama bu kitap hakettiği ilgiyi gör(e)memiş gibi geliyor bana. Zira hakkında yazılmış çok az yazı/röportaj var. Ne dersiniz?
Kendi kitabım olunca bununla ilgili konuşmak biraz zor benim için tabii. Ben de daha çok kişiye ulaşmış olmasını isterdim fakat önceliğim içime sinmesi ve yorumlarına güvendiğim insanların iyi şeyler söylemesiydi. İçim rahat diyebilirim.

-    Öykü kitabınızdaki “Merdiven”de de Haydarpaşa’ya dair anlatımlar var. Haydarpaşa’ya özel bir ilginiz mi var?
Haydarpaşa çok sevdiğim, çok estetik bulduğum bir yapı. Alman mimarlar, Alman ve İtalyan ustaların yaptığı görkemli bir eser. Tabii o da epeyce badire atlatmış, yangınlar patlamalar filan. Haydarpaşa, vapurla Kadıköy’e geçerken, işte Kadıköy’e geldiniz diye müjdeleyen bir işaret benim için. Üniversite yıllarında da merdivenlerinde çokça vakit geçirmişliğim vardır. Kadıköylüler için de özel bir bina olduğunu biliyorum. Umarım eski işlevine bir an önce kavuşur.

-    Biraz da sizin yazarlığınız hakkında konuşalım. ’84 doğumlu, genç kuşak yazarlardan birisiniz. Sizin gibi genç yaştaki birinin kendinden çok önceki dönemleri yazması bana ilginç geldi. Ne söylemek istersiniz bu konuda?
Dediğim gibi araştırarak yazmayı seviyorum. Hikâye kurmak, hikâye anlatmaktan daha çekici geliyor. Ayrıca sevdiğim yazarlar da hep geçmiş özlemi duyan hatta biraz bunun takıntılı bir boyutunu yaşayan yazarlar. Benim için roman biraz hatırlayışa övgü gibidir. Proust’çuyumdur. Bizzat yaşadığım zamana ait şeyler yazdığımda da geriye dönüşler, zamanda sıçramalar benim için kaçınılmaz öğeler.

-    2009'da şiir kitabınız "Renkzaman", 2012 yılında da öykü kitabınız "Pencere" yayımlandı. Son kitabı da eklersek; şiir de öykü de roman da yazdınız. Farkları/benzerlikleri neler bu türlerin? Ve bundan sonrasına dair yolunuza devam etmeyi planladığınız bir tür var mı?

Şiir üzerinde pek denetim kuramadığınız, büyük laf etmek gibi olmayacaksa, biraz kendini yazdıran bir tür. Öyküde bir kesit sunmayı, diğer birçok şeyi de okura bırakmayı sevmiştim. Ama romanda temalarınızı daha derinlikli kurabiliyor, son yumruğu daha sert indirebiliyorsunuz. Öyküde son paragrafla yaratmak istediğim etkiyi romanda son bölümle ince ince dokuyarak yapmak daha etkili geliyor bana. Bundan sonra da yalnızca roman yazacağım zaten. Daha romana başlarken verdiğim bir karardı bu.

-    Son dönemde genç kuşak yazarlar, popüler edebiyat dergileri yükseliyor. Bu edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası benim uzak kaldığım bir ortam bu, bu işin sosyal ya da etkileşim içeren yanına pek dahil olmadım. Hatta etrafımdaki arkadaşlarım da edebiyat konuşmadığım insanlar, sanki edebiyat konuşmak entelektüel bir faaliyetten çok, işimi anlattığım, hani eve iş getirilen bir şeymiş gibi geliyor bana. Sürekli bunların konuşulacağını tahmin ettiğim yerlerden de uzak kalıyorum haliyle. Biraz tek başıma takılıyorum diyebilirim. Ama eminim bahsettiğiniz ortamlardan faydalanan, keyfini çıkaran birçok yazar da vardır. Bunu da anlayabiliyorum.

-    Yine klasik bir soruyla bitirelim; neler yazıyorsunuz bugünlerde? Az önce Kadıköy’le ilgili bir kitap daha hazırlığında olduğunuzu söylemiştiniz.
Evet, yeni bir romanın hazırlıklarına başladım. 2000’lerin başında Kadıköy’de geçecek. Araştırmalar, not almalarla geçen bir süreç şimdilik . Oldukça heyecanlandığım bir iş.





 

ARŞİV