Babası Zafer Doruk ödüllü bir öykü yazarı, kardeşi Taner Cindoruk da şair. Cindoruk ailesinin genlerinde var edebiyat, keza dedesi de ‘gizli bir şair’miş. Ama o bir oyuncu; ekranların tanıdık siması Caner Cindoruk. Her ne kadar ‘benim esas mesleğim oyunculuk’ dese de, edebiyat sevdası da bulaşmış yüreğine ki o da yazıyor. Hatta ilk kitabını çıkardı bile; “Sessiz Şarkıcı”. Alfa Yayınları etiketini taşıyan kitapta, Cindoruk’un Adana’daki çocukluk ve gençlik anılarından yola çıkarak kurguladığı 11 öykü yer alıyor.
Cindoruk ile tiyatro provası öncesi Moda Sahnesi’nde buluştuk, bu kez ‘oynamayı’ değil ‘yazmayı’ konuştuk.
Mesleğim oyunculuk. Tutkunun ötesinde bir şey, yaşam biçimim oyunculuk. Fakat yazıyla hep ilişkim oldu. Hatta dürüst olmak gerekirse lise zamanlarında bazı kompozisyon yarışmalarında küçük derecelerim bile olmuştu. Dedem öldükten sonra bir şiir defteri bulduk. İşçi bir adamdı, çok okuyup yazan çizen biri değildi ama gizli gizli yazıyormuş. Sanırım o gizlilik bana da bulaşmış. Üniversite yıllarında da ben bu karalamalarla devam ettim, denemeler, şiirler yazıyordum. Ama kimseye okutamıyorum, utanıyordum. Çünkü kardeşim çok iyi şiir yazıyor, babam zaten edebiyatçı. Kendimi yetkin göremiyordum sanırım. Yazmak sadece bana kadar olan bir şeydi...
Kendimi cesaretlendirdiğim bir an babama şiirlerimi göstermiştim. O da beğenip beni yazmaya yönlendirmiş, okumam için kitaplar vermişti. Üniversite yaşantım boyunca tiyatro yapıyordum ama o koşturmacanın içinde hep yazmaya devam ettim. İçimde birikenleri yazıyordum. Bunlar çoğunlukla şiir ve deneme oluyordu. Üniversite bitip Adana'dan İstanbul'a geldikten sonra yazdığım şeyleri babama tekrar okuttum, gelişme gösterdiğimi söyledi. Beni şiir değil de hikaye yazmaya yönlendirdi. Bana mantıklı geldi öyle söylemesi. Oyunculuktan edindiğim gözlemleri, gençlik yıllarımdaki işportacılık dönemlerindeki gözlemlerimi küçük küçük karalamaya başladım. Yazdıkça babama gösterdim, ondan tavsiyeler aldım. Usta-çırak gibiydik.
“EDEBİYATÇI KİMLİĞİM YOK”
Evet, Ot Dergisi benden bir yazı istemişti, bir iki günde bir şey karalayıp göndermiştim. Beğendiler yazdığımı. Bir süre o dergide, daha sonra da Bavul dergisinde yazdım.
Bir gün babamın arkadaşı değerli bir abimiz bana bu yazdıklarımı kitaplaştırmamı önerdi. Önce bana önce saçma geldi. Edebiyatçı kimliğim yok benim, ben sadece yazıyorum demiştim. Benim yetkin olduğum alan oyunculuk, edebiyata girişmek istemedim başta. Ama daha sonra babamın diğer edebiyatçı arkadaşları ve babamın da telkiniyle mantıklı gelmeye başladı. Sonraki süreçte, gelişigüzel yazdığım şeyleri kurgusallaştırdım, daha hikaye mantığıyla yazmaya başladım. Bu süreçte babamdan çok destek aldım. Babamın bu kitapta ve benim üzerimde emeği büyük.
Gelen birkaç teklifi kabul etmedim, birkaç projede olmadım kafam dağılmasın diye. Geçen yaz kendimi tamamen bunun için kapattım.
Evet sindi. Ama şöyle de bir duygu varmış; tekrar okuduğumda bir daha yazmak isteyebileceğim hikayeler oluyor. Babam o duygunun hiç bitmeyeceğini söyledi. Ama ben tabi bir yandan da yeni şeyler yazma derdindeyim.
“ÖYKÜCÜLÜK, DİL OLAYI…”
Mesela 3 sayfa bir hikaye yazıyorsunuz ama o bir günde olmuyormuş, onu öğrendim. Babamın dalgınlığından, kafasının bizimle olmadığından yakınırdım önceden. Meğer onun kafasının içinde hep bir dünya dönüyormuş. Ben de benzer bir sürece girince anladım ki anlatacağınız bir hikaye var ama onu nasıl kurgulayacağınız hep kafada bitiyormuş. Yazdığınız şeyin demlenmesi çok önemliymiş. Mesela 5 sayfayı 3 sayfaya düşürüyorsunuz ki onu daha yalın ve kendi dilinizle anlatabilesiniz. Öykücülük biraz dil olayı imiş. Küçücük bir hikayeyi 10 kişi kendi dilinde çok farklı şekillerde anlatabilir. Hikaye 2-3 sayfa gibi görünüyor ama bazen bir romandan çok daha fazla titizlikle yazılması gerekiyor.
Evet. Sinemacılar hep söylerdi, ben de işin içine girdikten sonra anladım. Bazen kısa film yapmak uzun film yapmaktan daha zordur. Çünkü o 2 dakikanın 1 saniyesi bile çok anlamlı olmak zorunda ki 90 dakika izlediğiniz zamandaki doyuruculuğu verebilesiniz.
Bildiğim yerden yola çıktım. İstanbul'a gelip televizyon ve sinema sektörüne girmeden önceki yaşantımdan yola çıkmak istedim Çünkü onlar bende çok demlenmişti. Küçük insanların bana çok daha çarpıcı gelen hikayelerini yok olmadan anlatmak istedim. Yani şöhretli zamanlarım öncesi, çoğunlukla Çukurova'ya dair, benim daha hakim olduğum, alt sınıf diye nitelendirilen, küçük gördüğümüz insanların kocaman hikayeleri diyebilirim.
Evet, İşportacı Yazar’da babamdan bahsediyorum. O sadece bir yerinden anlattığım bir hikaye. Çok daha uzun soluklu, belki ileride romanını yazıp ya da filmini çekebileceğim bir konu. Hatta senaryo çalışmasına başladım diyebilirim. Çünkü babamın hayatı çok enteresan.
Bu kitaptan sonra düşünmüyorum. Hikaye yazmaya devam edeceğim. Hikaye, beni romandan daha fazla tatmin eden bir edebiyat türü.
“ŞİİRİN DEĞERİ KALMADI”
Değeri kalmadı. Üniversite yıllarında biz arkadaş ortamlarında şiirler okurduk birbirimize. İnsanların birbirlerine şairlerden bahsetmesi, şiirler okuması güzel bir gelenekti. Şu an şiir okunmuyor, şiir satmıyor. Sitemim o idi. Bu edebi türler coğrafyamızda kendi yollarını arıyorlar, belki yenilenme gereksinimi duyuyorlar bilmiyorum. Şuan kaç çağdaş şair sayabilirsiniz? Çok azaldı. Şiir bir çıkmazın içinde belki de bilmiyorum. Buna çok ileride edebiyat tarihçileri karar verecektir ama şu an benim gördüğüm bu.
Hayır, onunla ilgisi yok. Yazdıklarımı Işık Öğütçü (Orhan Kemal'in oğlu) okuyup çok sevmişti. Everest- Alfa Yayınları'nın sahibine iletmiş, o da beğenmiş. Yani onlar hikayelerimi kitaplaştırmak istediler, ben de buna ikna oldum. Zaten öyle çok gelir getirecek, ticari amaçlı basılmış değil bu kitap. Öte yandan ünlü olmanın satışında etkisi oluyordur.
Korsanın her türlüsüne karşıyım. Simidi hastalıklı bir yerden yerseniz hasta olursunuz, temiz simit yemek kıymetlidir. Ben buna da aynı bu şekilde bakıyorum, burada çok ciddi bir emek var. Tüm sanat dalları için geçerli bu.
Birkaç fuara katıldım ama dizi çekimlerinin yoğunluğundan birçok fuara gidemiyorum maalesef. Televizyonda dizi yapmıyor olsaydım daha fazla insanla karşılaşma imkanım olurdu. Çok iyi geri dönüşler alıyorum hem edebiyat çevrelerinden hem okurlardan. Bu beni çok tatmin ediyor. 'Bir oyuncu bir şeyler yazmıştı aldık okuduk' hissiyatı ile dönmüyorlar. Çünkü bu yazdıklarım setlerde yaşadığım birkaç hatıram değil. Aldığım güzel geri dönüşler beni daha da yazmaya teşvik ediyor.
Hayır oyuncuyum ben. Yazma tutkum var ve bunu sonuna kadar da devam ettireceğim. Eğer edebiyatçı isem buna 100 yıl sonra karar verirler. Zaten edebiyat kendini daha geç belli eder, edebiyatçının da değeri sonradan anlaşılır maalesef. O nedenle çoğu yaşarken sefil bir haldedir.
Popülist birçok yazın türü ile karşı karşıyayız. Ama onların hepsinin içi boş. O nedenle gerçek edebiyatın karşılığının şu an pek de alınabileceğini düşünmüyorum.
Bence bu insanları sığlaştıran bir soru. İnsanlar zaten okumalılar. Bazen bir şey okursun hayatın değişir. Bazen de değişmez. Önemli olan okumayı bir kültür haline getirebilmek... Okumak artık hayatımız için de sıradan bir eylem haline gelmeli bence, 'boş zamanlarımda okuyorum' gibi bir hobi olmamalı.
Açıkçası bir mesajın falan yok benim. Ben öyle özel günleri çok önemsemiyorum, çok takılıp kalmıyorum. 22 yıldır ara vermeden tiyatro yapıyorum, tiyatro benim çıkış noktam. Beni zinde tutan şey. Hep devam edeceğim. İzleyici ile etkileşim ve bir oyuncunun oynaması açısından çok etkili bir alan tiyatro. Hiçbir zaman yok olmayacak bir sanat dalı. Umarım daha da ileriye gideriz. Hem oyunculuk biçimi anlamında hem oyunlar anlamında. Yeni metinler, yeni yazarlar, yeni oyunlar... Hep izlemek isterim. Ve de oynamak. Bir oyuncu olarak oynamaya hep açlığım var.