Kerem Eksen: “Ödülü unutmak gerekiyor”

Ölümden Uzak Bir Yer kitabıyla Attilâ İlhan roman ödülünün sahibi olan Kerem Eksen “Her ne kadar ödüllü bir yazar olmak bir süre insana kendini iyi hissettiriyor olsa da, bir yerden sonra ödülü unutmak gerekiyor diye düşünüyorum” diyor

22 Aralık 2023 - 08:59

İsmiyle müsemma bir kitap Ölümden Uzak Bir Yer… 10 yıldır Kadıköy’de yaşayan akademisyen, yazar Kerem Eksen’in üçüncü kitabı. Yapı Kredi Yayınları etiketiyle 2022 yılında okurla buluşan kitap 2023 Attilâ İlhan Edebiyat Ödüllerinin roman dalında sahibi oldu. Kadim mesele baba- oğul ilişkisini ve aynı zamanda ölümü anlatıyor. Sayfaları ilk önce adına da özgü bir şekilde huzurla, ölümden uzak açılan kitap ilerledikçe okurunu hem huzursuz hem de merakta bırakıyor.  Kerem Eksen ile romanını ve Kadıköy’ü konuştuk. 

Ölümden Uzak Bir Yer 143 sayfa ama hem anlatım hem de biçim olarak okuru zorlayan, huzurunu kaçıran, olayların bir hayli ağır olduğu bir roman.  Hızlı okuyan bir okur olmama rağmen ben birkaç günde bitirdim. Sizin yazmanız ne kadar sürdü?

Toplamda üç seneyi geçti romanın yazımı. Tabii bu süreye pandeminin yol açtığı zorunlu duraklama dönemleri de dahil. Bir de tabii, yazı uğraşını üniversitedeki işimle ve akademik faaliyetle beraber sürdürdüğümü eklemem gerek, günlerimin önemli bir kısmını mesleğime ayırmak durumundayım, bu da sürenin uzamasına yol açıyor haliyle. Tabii bunlar dışsal sebepler, bunların dışında da “yavaş” bir yazar olduğum söylenebilir sanırım. Benim için düzenli çalışma ve sabır gerektiren uzun soluklu bir iş roman yazmak. Yazdıklarımın üzerinden sık sık geçiyorum, arada durup bekliyorum, arada başa dönüp hepsini baştan okuyorum, yer yer önemli sayılabilecek değişiklikler yapıyorum. Yavaş ilerliyorum kısacası.  

“DEMLENMESİ BİRKAÇ AYA YAYILDI”

Ölümden Uzak Bir Yer kadim mesele baba-oğul ilişkisi konu ediniyor. Fakat hem gerçekçi hem de olağandışı bir olayın etrafında dönüyor. Neden bu konuyu tercih ettiniz. Ve kafanızda ne kadar nasıl demlendi?

Demlenmesi birkaç aya yayıldı hatırladığım kadarıyla. Önceki iki romanımla karşılaştırırsam, ilk fikrin ortaya çıkmasıyla romanın yazım sürecinin başlaması arasındaki süre nispeten kısaydı. Zira öncekilerden farklı olarak bu romanın çıkış noktası sizin de sözünü ettiğiniz türden bir “olay” oldu. Böylelikle daha en baştan, romanın iskeletini oluşturacak olan olay örgüsünün ilk ilmeği atılmış oldu. Bu durum demlenme sürecini nispeten hızlandırdı gibi geliyor bana. Tabii düşündükçe olaylar dışında bir sürü katman eklendi romana, ama gene de olayların akışını esas alarak ilerlemenin nasıl bir şey olduğunu bu romanla deneyimlemiş oldum diyebilirim. 

Peki neden oğlu gözüyle değil de baba gözünden yazmayı tercih ettiniz?

Aslında bu bir tercih konusu değildi benim için, zira hikâye daha en baştan babanın, yani Sait’in hikâyesi olarak belirdi kafamda. Yani romanı düşünürken anlam dünyası hep Sait’in etrafında, onun arayışları, çelişkileri, istekleri ve tatminsizlikleri etrafında kuruldu. Bu anlamda, aileden ya da baba-oğuldan önce bir babanın romanı bu benim için. Hatta belki ondan da önce, hasbelkader baba olmuş olan Sait adında bir adamın romanı…

Ölümden Uzak Bir Yer anladığım kadarıyla anlatım olarak diğer kitaplarınızdan farklı. Bu bilinçli bir seçim miydi, kurgu mu böyle canlandı?

Anlatım tercihinin farklı boyutlar var tabii, ama kastınız ben-anlatıcı yerine üçüncü tekil şahıs anlatıcı ise eğer, evet, öncekilerden farklı bu roman. Bu tercih esasen romanın zihnimde belirişiyle ilgili sayılabilir. Önceki iki kitapta neredeyse kendiliğimden ben anlatıcıya yönelmiştim, bir tercih konusu bile değildi bu benim için. Bu kez ise “ben anlatıcı” seçeneği gündeme bile gelmedi. Sanıyorum yukarıda da değindiğim, olayların görece merkezilik kazanmasıyla ilgili bir durum bu. Tabii şu da var: O dönem bu romandan bağımsız olarak üçüncü tekil şahıs anlatıcının imkânlarını denemek gibi daha genel bir isteğim de vardı. Hatta bir vesileyle ilk kez bu anlatıcı tarzını kullandığım bir hikâye yazdım (daha sonra “Ve Bu Koca Dünyada Yalnız” başlığıyla Notos’ta yayımlandı). Bu anlatım biçimine yönelmemde bu ilk deneme de önemli bir rol oynadı.  

“YAZARKEN HAYAL ETTİĞİM OKUR…”

Romanda okur kitabın eşlikçisi gibi bir duyguyla sayfaları çeviriyor. Siz yazarken okuru eşlikçi gibi tasarladınız mı?  

Bu romana has özel bir yazar-okur ilişkisi tasarlamadım aslında. Belki böyle düşünmenize yol açan şey romanda şimdiki zamanın kullanılmış olmasıdır. Böyle bir zaman kullanımı, sanki her şey o sırada olup bitiyormuş ve biz hemen o anda bunlara tanık oluyormuşuz gibi bir his uyandırıyor olabilir. Hoşuma da gider tabii böyle olması. Daha genel anlamda ise, yazarken dışardaki bir bilincin romanı nasıl algılayacağını belli ölçüde gözettiğimi söyleyebilirim. Yani yazarken, daha çok da yazdığım önceki kısımları yeniden okurken -ki bunu sıkça yapıyorum- kendim dışındaki bir okuru hayal edip romana onun gözünden bakmaya çalışıyorum. Tabii bu hayali okur nihayetinde bütün okurların bir temsilcisi sayılamaz, öyle “genel anlamda okur” diye bir şeyin olduğunu da söyleyemeyiz zaten. Benim yazarken hayal ettiğim okur, iyi anlaşacağımızı varsaydığım, benimkilerle benzer zevklere sahip olan ve bir ölçüde çevremdeki bazı somut insanlarla, mesela okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımla kesişen bir okur.  

Roman Attillâ İlhan roman ödülünü aldı. Ödüllü bir yazar olmak nasıl bir duygu? Ve bundan sonra yazın sürecinize nasıl bir etkisi olur?

Bir ödüle layık görülmek hoş bir duygu tabii. Ödülün insanın yazarlık serüveninde bazı somut etkileri olduğunu, özellikle okurların size yönelik bakışında belli ölçüde bir değişime yol açtığını tahmin ediyorum. Fakat bunun ötesinde, kendi köşeme çekilip bundan sonra yazacaklarımı düşündüğümde veya yazı masamın başına oturduğumda ödül benim için önemini yitiriyor. Sonuçta ödül kazanmış olmanın okurlarda ya da bende herhangi bir beklenti yaratmasını ve bu beklentinin benim edebi üretimime şu ya da bu şekilde şekil vermesini pek istemem. Bu açıdan, her ne kadar ödüllü bir yazar olmak bir süre insana kendini iyi hissettiriyor olsa da, bir yerden sonra ödülü unutmak gerekiyor diye düşünüyorum. 

Sosyoloji ve felsefe okumuşsunuz, İTÜ’de İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde akademisyenlik yapıyorsunuz. Felsefe edebiyatınızı nasıl etkiliyor?

Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki üzerine çokça düşündüm, hâlâ da düşünüyorum. Hassas denebilecek bir denge var ikisi arasında benim açımdan. Bir yandan felsefenin edebiyatı besleyen bir tarafı olduğu aşikâr. Nihayetinde felsefe belli meseleler üzerine yoğunlaşma imkânı veren, o meselelerle ilgili yazılmış derinlikli metinlerle haşır neşir olmanızı sağlayan bir alan. Bu açıdan, edebi üretime bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan ikisi arasında bir gerilim de var: Felsefe doğası gereği soyut ve genel olanla ilgiliyken, edebiyat ağırlıklı olarak biricik olanla, özel olanla, hatta birçok durumda duygular, izlenimler, hisler gibi duyusal unsurlarla ilgili. Bir yazarın edebiyata felsefi ya da genel anlamda teorik bir tavırla yaklaşmasının, işin bu boyutunu ve oradaki muhtemel canlılığı ketleyebileceğini düşünüyorum. O nedenle bir yanım hep ikisini birbirinden ayrı tutmaya sevk ediyor beni. 

Dördüncü kitap hazırlığı var mı? Ve o da yine bir roman mı olacak?

Yeni yeni başladım hazırlıklara. Eğer her şey yolunda giderse gene bir roman olacak bu. Tabii dediğim gibi, roman uzun soluklu bir iş, herhalde önümde daha birkaç sene var. Aslında son kitap yayımlandıktan sonra deneme ya da öykü türlerine yönelmek istedim, ancak dönüp dolaşıp gene bir roman üzerine çalışırken buldum kendimi. Demek ki burada rahat hissediyorum kendimi. 

“KADIKÖY’ÜN HAFİFLETEN HOŞLUĞU”

Malum Kadıköy’ün gazetesi olduğumuz için son sorum da Kadıköy ile ilgili olsun. Kadıköy ile nasıl bir bağınız var? Bu semt sizin için ne ifade ediyor?

Neredeyse on senedir Kadıköy’de, Moda’da yaşıyorum. Benim için çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim. Farklı kesimlerden çok sayıda insanın gelip geçtiği bir yerde yaşamanın insanı diri tutan ve algıları açan bir yanı var gibime geliyor hep. Tabii hiçbir şeyi romantize etmek istemem, kalabalığın ortasında yaşamak yorucu da oluyor bazen, İstanbul’da yaşayan hemen herkes az çok bilir bunu. Ama Kadıköy’ün bu yoruculuğu hafifleten birçok hoşluğu da var. Öncelikle denize yakın olmanın hoşluğu var, bu çok önemli. Bir de gelen insanların çoğunlukla güzel vesileler için, mesela dinlenmek ya da eğlenmek için buraya geliyor olmaları genel havayı hafifletiyor. Dolayısıyla hoş ve besleyici bir kalabalık deneyimi sayılabilir bu. Umarım bir süre daha devam eder. Kalabalıkta yaşamak hâlâ pek vazgeçemediğim bir şey zira. 

 

ARŞİV