“Kuşların da içi sıkılır mı anne?”
“Sıkılmaz mı kuzum? Sıkılmasa neden başlarını alıp oraya buraya gitsinler?”
“Geçer mi sonra?”
“Geçer elbet. Hani yükselirler, yükselirler sonra süzülmeye başlarlar ya… İşte o zaman bil ki ferahlamışlardır.”
Mehmet Fırat Pürselim’in altıncı kitabı olan ‘Sakarmeke’nin tanıtım bülteninde bu sözler yer alıyor. “Kitle” öyküsüyle göğsünün ortasındaki bir yumruyla cebelleşen yazar, içindeki kuşları havalandırıp 11 öyküyü salıvermiş. İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan ve her öyküde bir kuşun ya gelip konduğu ya isim olduğu ya da uçup geçtiği kitap, adını da bir tatlı su kuşundan alıyor; Sakarmeke’den… Göçmeyi unutup, İstanbul’u yurt eylemeye çalışan…
2011 yılında yayımlanan ‘Hayat Apartımanı’ adlı öykü kitabıyla 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü, ‘Akılsız Sokrates’ öykü kitabıyla 2017 Türkan Saylan Sanat Ödülü ve 2017 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazanan Mehmet Fırat Pürselim aynı zamanda bir avukat. Pürselim’i Kadıköy’de kuşları izlediği ofisinde ziyaret edip bir yandan yurtsuzluğu, bir yandan aşkı, bir yandan özgürlüğü bir yandan da esareti anlatan Sakarmeke’yi, edebiyatı ve hayatı konuştuk.
Hayata pozitif bakmayı, umutlu olmayı seviyorum. Normalde hayatta daha eğlenceli bir insanım ama yazarken karamsar, kötümser ruh çıkıyordu. Hatta annemin okuyup “oğlum sen neler çektin böyle?” diye sorduğu da olmuştu. Bu kitapta biraz daha umutlu, ironik bir dil kurmak istedim. Tamam acılar var ama acıları karamsar bir dille anlatmaktansa daha ironik bir dille anlatmanın daha güzel olacağını, bana da okuyana da daha iyi geleceğini düşündüm.
“DERDİMİ KUŞLARLA ANLATMAYA ÇALIŞMIŞIM”
Biraz. Zaman içinde de oluyor. İlk kitaptan bu yana 10 yıl geçti. Bu 10 yıl içinde hem dilde, hem üslupta, hem hayata bakışınızda hem durduğunuz yerde bir değişim oluyor.
İnsan o yazma belasına bir şekilde tutulunca, içine o huzursuz cin girince yazmak istiyor. Lisede herkes gibi şiir yazıyordum. Sonrasında daha farklı bir şeyler anlatmak istedim. Yavaş yavaş öyküye evrildi. İnsan içine dert olan, konuşmak istediği konuşmadığı, içine attığı şeyleri bir şekilde anlatıp paylaşmak istiyor. Paylaşmak için yazdım diye düşünüyorum.
Dosyayı tamamladıktan sonra fark ettim ki içinde çok fazla kuş var. Her öyküde bir kuş vardı.
Değildim, bittikten sonra fark ettim. Demek ki bir şekilde içime dert olmuş. Derdimi kuşlarla anlatmaya çalışmışım. Kuşların bu kadar yoğun olduğu bir kitap kuşları da anlatan bir isimde olsun istedim. Aynı zamanda kuşların çok farklı anlamları var. Bir yanıyla özgür, bir yanıyla kafeste tutsak olabiliyor.
Sakarmeke, burnunda beyaz akıtması olan siyah bir kuş. İstanbul’da 10-15 sene önce görmeye başladım. Kadıköy’de bolca var. Çok dikkatimi çekiyordu, çok da hoşuma gidiyordu. “Burada ne arıyor?” diye düşünmeye başladım. Tıpkı papağanlar gibi. Papağanlar da daha önce yoktu. Sakarmeke, aslında bir tatlı su kuşu, küresel ısınmanın etkisiyle kendi doğal ortamından kopup geliyor, tuzlu suda yaşamaya başlıyor. Göçmeyi unutuyor, burayı bir şekilde yurt ediniyor. Kitap, aidiyet, göç, yuva gibi konuları işlediği için onları kapsayan bir ad olarak Sakarmeke ortaya çıktı.
“GÖKYÜZÜNE BAKMAYI SEVİYORUM”
Çok değil ama ofisimdeki pencereden izliyorum. Şuradaki çatının üzerine martılar yuva yapıyor. Her bahar bir martı ailesi yavrusunu uçuruyor. Şurası aslında kumruların yuvaları ama kargalar el koyuyor. (Gülüyor)
Doğayı ve hayvanları seviyorum. Gökyüzüne bakmayı, kafamı yukarı kaldırmayı seviyorum. Belki ondan kuşları anlattım.
Öyküleri çok fazla kafamda gezdiriyorum. Hazır hissettiğim zaman da yazıyorum. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçeklik derseniz; hiç biri tamamen gerçek değil. Tamamen gerçek bir hikâyeyi anlattığınız zaman biyografi yazmıyorsanız onun içine kurgu girmek zorunda. Tamamen kurgusal bir metin yarattım dediğiniz zaman da mutlaka gerçek hayattan bir şey alıyorsunuz. Her kurgunun içinde gerçeklik olduğu gibi, her gerçekliğin içinde de kurmaca var. Çoğunun bir noktasında gerçeklikle dirsek teması var.
Adından başlayarak aidiyet, vatan, yurt ve gittiğiniz yere neyi ne kadar götürebildiğinizi anlatmak istedim. Eskiden beri göçler olurdu. Fakat eskiden insanlar toplu halde göçüyordu. Annesi, babası, dedesi, torunu hatta koyunu, kuzusu, kedisi, köpeğiyle göçüyordu. Şu an ise bireysel olarak göçüyorlar ve çok fazla şeyi geride bırakmak zorunda kalıyorlar. Bu bir köksüzlük hali. Önceden bir orman birlikte göçerken şu an köksüz bir ağacı alıyor bir yerden başka bir yere götürüyorsunuz. Katlanılması zor bir şey. Köksüz ağaç ister istemez yaprak döküyor, kuruyor. Sonrasında fidanlar bir şekilde tutunabiliyor ama bir kuşak da kayboluyor.
“Avukat Öyküleri” diye zaman zaman yazdığım öyküler var. Bunun dışında hakimlikten, savcılıktan farklı olarak avukatlıkta her iki tarafta da durmanız gerekir. Yani hem suçlu hem mağdur her iki tarafın da duygularını anlayabilirsiniz ve savunmanız gerekebilir. Bu size hayata daha objektif bakmanızı ve empati kurmanızı sağlıyor. Aynı zamanda avukatlık sayesinde çok fazla insan tanıyorsunuz.
KADIKÖY ETKİSİ
Turna öyküsünde Turna’nın baktığı pencere burası. Hayatımın büyük bir kısmı Kadıköy’de geçiyor. Mekansal olarak geçen yerler de var. Çok belli olmasa da Kadıköy’ün kokusu, dokusu öykülere sindi.
İlk kitabı yayımlatmak için 10 sene uğraştım. O 10 sene içinde de kitaplı olmayan yarışmalarda onlarca ödül aldım. Bu yüzden belki de ödül mekanizmasını da sorgulamamız lazım. Ödül kazanıyorsunuz, dergilerde yayımlanıyor. Tabii kitabın ödüllendirilmesi daha farklı. Yazara belli oranda sorumluluk yüklüyor. Aynı zamanda kitabı ve yazarı ödüllendirenlere de sorumluluk yüklediğini düşünüyorum. Pek çok ödül kitaba değil yazara veriliyor bunu da kabul etmemiz lazım. Doğru kişi ve doğru kitaba ödül verilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Bana etkisi açısından, bir tembellik yaratmadı. O yazarlarla birlikte adımın anılması mutluluk veriyor. Daha iyisini yapabilmek için de şevk veriyor. İnsan takdir edilmek istiyor, takdir duygusu da devam edebilmek için dayanak oluyor.
Şu ara yeniden üniversiteye başladım. Sosyoloji okuyorum. O yüzden sosyoloji ve felsefe ile ilgili metinler okumaya çalışıyorum. Onun yanı sıra roman ve öykü okumaya devam ediyorum. Yeni yazacağım roman için 80 öncesindeki siyasi tarihle ilgili metinler, kitaplar okuyorum.
Kadim mesele babalar ve oğullarla ilgili bir roman olacak. Aslında çok önce yazıp bir kenara bıraktığım bir romandı. Bir gün tekrar döneceğimi biliyordum ama oturtamadığım, yazarken sıkıldığım ve kendim sıkıldığım için okuyanı sıktığımı düşündüğüm yerler vardı. Dilini, sonunu, bağlantıları yeniden kurdum.
Kızım var. O çocukken ona masallar okuyorduk. Bir yerden sonra okunacak masallar, hikâyeler bitti. Sonra hikâyeler uydurmaya başladık. İlk çıkış noktası orasıydı.
Çocuk kitaplarında daha basit, çocuklara uygun biçimde anlatmaya çalışıyorum. Sanki dili tutturabilirseniz o kadar da zor değil diye düşünüyorum ama okuyanların karar vermesi lazım.