Bazı hikâyeler vardır, okuyucuyu sadece sayfalar arasında dolaştırmakla kalmaz; aynı zamanda onları geçmişe yolculuğa davet eder. Sal’ın “Bizim Zamanımız” ile başlayan neşeli dram türündeki kitabının devamı olan “Mihrap” işte tam da böyle bir roman. Karakarga Yayınları etiketiyle çıkan kitap, on yaşında bir çocuğun, hayatını alt üst eden 12 Eylül darbesini ve babasının yokluğuyla yüzleşmesini anlatırken okurunu 1980’li yılların Hasköy’üne götürüyor. Darbeyi 40 gün içinde geri döndürürse ölen babasının da geri döneceğine inanan Mihrap’ın öyküsünü anlatan kitap, neşeli bir dram olması dışında müzikli bir roman. Her bölüme adını veren şarkılar dahil kitaptan dışarı notalar taşıyor.
Her sayfasında biraz neşe, biraz hüzün ve her karakterinde derin bir yaşam izi taşıyan Mihrap’ı Sinem Sal ile konuştuk.
Aslında Mihrap müstakil bir roman olarak okunabilir. Sadece Bizim Zamanımız’ı okuyanlar için tersine bir takip imkânı sunuyor. Gençliğini bildiğimiz bir kadının o kararları neden aldığını, o çukura neden düştüğünü ve oradan nasıl çıktığını bilelim istedim.
Benim iki romanım da anne kız hikâyesiydi. Aklımda hep bir baba kız hikâyesi yazmak vardı. Bizim Zamanımız’ı yazmak için Hasköy’e gittim ve orada yaşayanlarla sohbet ettim. Bu da bende 12 Eylül döneminde geçen roman yazmaya dair ilham oldu.
ÇOCUK GÖZÜNDEN 12 EYLÜL
Zor olan tarafı detayları kaçırmamak ve karakterlerin geçmişine tutarlı bir şekilde gitmekti. Mihrap zaten çocuk tarafı çok gelişmiş bir yetişkin. Neşesi de hüznü de cesareti de korkuları da oradan geliyor. Çocukların ana karakter olduğu romanları yeniden okudum, filmleri tekrar seyrettim. Kirpinin Zarafeti, Onca Yoksulluk Varken, Bülbülü Öldürmek benim başucu kitaplarım.
Hasköy ilginç bir semt. Hikâyesini hâlâ sokaklarında tutmak için direnen ya da unutulmaya yüz tuttuğu için hikâyesini hâlâ sokaklarında tutabilen bir yer. Benim motivasyonum aslında bir yas romanı yazmaktı. Bir çocuğun yası neşelendirmeye çalışmasının hikâyesi bu. 12 Eylül’le gelen toplumsal yas ve babasını kaybettiği için duyduğu bireysel, biricik yası iç içe geçiyor.
En büyük benzerliğimiz sanırım olana bitene neşeyle dayanma gücümüz. Ama bu bir tek Mihrap’la benim aramdaki benzerlik değil. Eminim birçok kadın Mihrap’ta olmasa da bu tarifte kendini buluyordur.
Olayların hiçbiri sıra dışı değil aslında. Ama karakterler eşsiz. Bu da tam olarak gerçek hayat demek. Bence bir insan aşka da işsizliğe de kitaplarla hazırlanabilir. Başına tam da kitaplarda okuduğu türden şeyler gelecektir. Ama başına geldikten sonra artık hikâye aynı hikâye değildir.
“MİZAH BİR İDDİADIR”
Bir sonraki romanda nasıl bir karakterle tanışacağımızı ben de bilmiyorum. Ama üç romanımı da neşeli dram olarak tanımlayabiliriz. Mizah bir iddiadır. Kara mizah dahil. Neşeli dram kesinlikle güldürmeyi hedeflemiyor. Ama kendiliğinden bir gülümseme
Hasköy babamın memleketi, Kadıköy benim memleketim. Kadıköy’de doğmadım ama 20’li yaşlarımın tamamı Kadıköy sokaklarında geçti. En iyi müzikleri de orada dinledim, en iyi filmleri de orada izledim, vurulduğum kitapları da orada okudum.
Bir gün tam da buradan yola çıkarak Ot Dergi’de yazdığım bir serim vardı. Merhaba Norveçliler diye başlamıştım. Her seferinde farklı bir ülkeden seslenecektim okurlara. Norveçlilere seslendiğim yazı çocukluğuyla mesafelenmiş bir kadının hikâyesiydi. Sonra seri şöyle devam etti: Merhaba Kadıköylüler, merhaba Esenyurtlular, merhaba Ümraniyeliler… Coğrafya kader değilse bile çekim gücü var.
İyi müzik dinlemeyen bir insanla dost olamam. Sadece arkadaş olabilirim. Müzikle bağımı böyle ifade edebilirim.
Aklımda sürekli yazacağım yeni şeyler var. Mihrap çocukluğuna inildiğinde anlaşıldı ve derdi de buydu. Her karakter gibi. Benim bildiğim Mihrap şu anda müzik dinliyordur. İyi bir müzik…