Moda Öyküleri 4 - Cem Sokak

Caferağa Muhtarlığı’nın bu yıl ikincisini düzenlediği “Buket Uzuner ile Moda Öykü Atölyesi”nin teması Moda sokakları oldu. Bu hafta, Saliha Karakuzulu’ya ait son öykü Cem Sokak’ı anlatıyor

14 Temmuz 2016 - 12:30

Saliha Karakuzulu: Avukat. Moda’da yaşamak ona, İstanbul gibi bir metropolde yaşamanın zorluklarını unutturuyor.

Bir kış günü Moda’nın sokaklarını dolaşmaya çıkarsanız, hava, pırıl pırıl güneşli de olsa, Cem Sokak’tan geçerken paltonuza sımsıkı sarılmak, boynunuzu yakanıza gömerek, adımlarınızı sıklaştırmak zorunda kalırsınız. Mevsim yaz, sıcak ve nemin bunaltığı bir gündeyse, bu kez Cem Sokak’ı mümkün olduğu kadar ağır adımlarla geçer, serinligi nedeniyle çesitli bahaneler yaratarak, oyalanırsınız.
Türk karikatürünün en önemli isimlerinden, sokağa adını veren Cemil Cem’in evinde durur, şimdi kafe-lokanta olan bahçede soluklanırken hayallere dalarsınız.
Ne yazık ki bu ev günümüzde ondan, evin giriş kapısına asılmış bir resim ve “Modern Türk Karikatürü’nün öncülerinden Cemil Cem (1882-1950) bu evde yaşadı” tabelasından başka bir iz taşımaz.
Sokaktan geçerken, Cem’in evinin karşısında, yüksek duvarlar arkasına gizlenmiş Latin Katolik Kilisesi’nin ferforje pencere korkuluklarının albenisine kapılmamak mümkün değildir. Çocukluk yıllarım dışında, kilisenin kapısını hiç açık görmediğimden, sıklıkla burnumu pencerelerden birine dayayıp, dantel perdeler arasından içeride neler olup bittiğini görmeye çalışırım. Siyah beyaz giysileri içinde bir rahibenin, binanın kapısını açıp, “Kime bakmıştınız?” sorusuyla merakımı gidermesini bekleyerek, kapı önünde bir süre oyalanırım.
Kadıkoy İDO İskelesi’nden bindiğimiz, ring seferi yapan tramvayda, Cem Sokak’ın Moda Caddesi ile kesiştiği köşede ininceye kadar, çoğu birbirini tanıyan yolcuların sohbetine kulak misafiri oluruz. Günlük hayatın gittikçe hızlanan akışı içinde, birbirlerine komşuluk yapacak zamanı ayıramaz olsalar da, tramvay yolcularının çoğu tanışır. Bir zamanlar, şimdi yanlarında olmayan çocukları, aynı mahallede okula gitmiş, aynı sokakta oyun oynamış, birbirlerinin evlerinde yemiş içmiş, yatıp kalkmışlardır. Her karşılaşmalarında, ortak geçmişleri, onları, aynı içtenlikle sohbete sürüklemekte, çeşitli nidalar eşliğinde hal hatır sorulmakta, hanımefendilere, beyefendilere saygılar sunulup, selamlar söylenmektedir. Kısa yolculuğumuzun nostaljik tadı damağınızda kalarak, tramvaydan iner, Cem Taksi’nin artık ahbap olduğumuz sürücüleriyle selamlaşırız.
Cem Sokak, Moda’nın kültür zengini sokaklarından biri olma özelliğini taşır. Örneğin, beş yaşında, sokağın Şair Nefi girişindeki okulda ilköğrenime başlayan bir çocuk, dilerse sokağın diğer ucundan meslek lisesi mezunu bir genç olarak çıkar.      
Çocukluğumda, Kız Enstitüsü adıyla bilinen bu okulda, sadece kız öğrencilere, genel kültür derslerinin yanı sıra, dikiş, nakış, moda, yemek, çocuk bakımı gibi özel alanlarda eğitim verilirdi. Cumhuriyet Devrimleri’ne ayak uydurarak, fen bilimleri eğitimi almış, çalışan kızların, pek o kadar makbul olmadığı günlerdi. Kızların, mektep medrese yüzü görmüş olmalarının yanı sıra, mutfağımıza yeni yeni giren modern yemek, pasta ve kurabiyeleri yapabilme becerisi kazanmış olmaları, önemli bir hünerdi. Amerikan politikalarının işaret ettiği, yeni nesil ev kadınlarının rol modeli bu kızlar, hem büyük şehirlerde hem taşrada kayınvalidelerin ideal gelin adaylarıydılar.
Cem Sokak’taki bu okulun yemek öğretmenlerinden biri, uzaktan akrabamız, Nermin Teyze idi. Bizim Nermin teyzemize, annem ve babam “Hoca Hanım” diye hitap ederdi. Nermin teyze; ince, beyaz tenli, iri mavi gözlü, sarışın, çıkık elmacık kemikleriyle çok güzel bir kadındı. Pileli eteklerinin üstüne, hayran olduğum aynı renk hırka-bluzdan oluşan ikiz takımlar giyer, tek sıra inci kolyesi, inci küpeleriyle gözüme dünyanın en şık kadını olarak görünürdü. Aynı kıyafeti, babamın aldığı Hayat Mecmuası’nda fotoğraflarını gördüğüm, o zamanki Amerika Başkanı'nın karısı Jacqueline Kennedy de giyerdi. Bu durum, ondan daha güzel olan Nermin Hoca Hanım’ın gözümdeki değerini bir kat daha arttırırdı. Edirne’de doğmuş büyümüş, orada öğretmen okulunda okurken, babamın akrabası olan Mehmet Amca ile tanışıp evlenmişlerdi. Mehmet Amca, Haydarpaşa Erkek Sanat Okulu'nda öğretmendi.
Pazartesi akşamları, saat tam dokuza çeyrek kala, kapımız çalındığında, gelenlerin onlar olduğunu bilir, yerimden fırlar, hevesle kapıyı açmaya koşardım. Evimize, bizim için adeta kutsal bir gün olan pazartesi akşamları başka hiçbir misafir kabul edilmez, onlar da, bizden başka hiçbir yere gitmezlerdi. Zira pazartesi akşamları “Mikrofonda Tiyatro” gecesiydi. O gün, akşama ders bırakmaz, gündüzden yapılması gereken işlerimizi tamamlar, saat tam dokuzda, adını hatırlayamadığım ünlü tiyatroculardan birinin davûdi sesiyle Mikrofonda Tiyatro’yu başlatmasını beklerdik. Biliyorum, bu anlatımı biraz abartılı bulacaksınız; ama bizim evde pazartesi akşamları gerçekten durum tam da böyleydi. Tanıdıklarımız arasında, bu program nedeniyle bizimle aynı heyecanı duyan bir tek Nermin Hoca Hanım vardı. O da bizimle birlikte, Mikrofonda Tiyatro'yu tek bir kelimesini kaçırmadan dinler, arada bir konuşmak isteyen kocasını, “Şşt, sus, Mehmeeet!” gibi nidalarla sustururdu. Bazı gelişlerinde o gün okulda yaptığı kurabiyelerden getirirdi. Radyodaki oyun sırasında tarif sormasın diye, reçetelerini anneme önceden teslim ederdi. Bir taraftan can kulağı ile radyodaki oyunu dinler, bir taraftan da göz ucuyla, onun oyuna verdiği mimikleri hayranlıkla takip ederdim. Ertesi gün, aynanın karşısına geçer, onun gibi tek kaşımı kaldırmaya çalışır, dudaklarımı büzer, yanaklarımı içeriden ısırarak yüzümü inceltirdim.
Böyle bir pazartesi akşamı, Nermin Hoca Hanım bize yaşıtım bir öğrencisiyle geldi. Kalın örgülü saçları, yay gibi kaşlarının altından iri kahverengi gözleriyle, utangaç bir ifadeyle bize bakan Rüveyda, zamanla en yakın arkadaşlarımdan biri oldu. Rüveyda, Cem Sokak’ ta, sonraki yıllarda yıkılacak olan köşklerden birinin müştemilatında iki kardeşi, anne ve babasıyla oturuyordu. Babası, köşkün bakım işleriyle uğraşırken, annesi bizim evin yan sokağında çalışıyordu. Bir buçuk metre eni, üç metre derinliği olan, kapı camı boydan boya çatlak, kümes kadar bir dükkanda bir el makinasında çeyiz, nakış, dikiş işleri yapıyordu.
Rüveyda, Kız Ensitüsü’nün orta birinci sınıfında okuyor, okulu bitirip, annesini daha büyük bir dükkana taşıyarak işini büyütme hayalleri kuruyordu. Ya da ben, onun için bu hayalden ötesini öngöremediğimden, öyle olacağını düşünüyordum. Rüveyda; her gün okul çıkışında koşarak eve gider, kardeşlerini sokaktan toplar, karınların doyurur, evi derler toplar, babasına yardım eder ve derslerini yapardı. Neredeyse yirmi dört saat çalışır, çocukluğunu yaşayamazdı.
Akşam üzeri, annesinin dükkanında olur, yapıp bitirdiği teslim edilecek işleri civardaki evlere dağıtıp paralarını alırdı. Zamanla, ben de onunla birlikte Moda sokaklarını dolaşır olmuştum. Okuldan çıkıp, eve gelir, çantamı fırlatır, birkaç lokma yemek yer yemez soluğu Rüveydalar’da alırdım. Bazı günler bir evim olduğunu unutur, zamanımın tamamını Rüveyda ve kardeşleriyle Cem Sokak’ta geçirirdim. Rüveyda’nın zaman zaman bu gidişlerimden rahatsız olduğunu sezerdim. Beni görünce, kardeşlerini, tabaklarında içinde otlar yüzen, bulanık renkli yemeklerini çabuk yemeleri için sıkıştırır, alelacele sofrayı toplar, bulaşık yıkamaya girişirdi.
Onunla birlikte iş teslimine gittiğim günler, eve gelmem akşamın geç saatlerini bulur, annem Moda’da sokak sokak beni arar, bu durumdan hiç hoşlanmazdı.
Bu şekilde, tam üç kışım, Rüveydalar’ın Cem Sokak’taki evlerinde geçti. Üçüncü yılın yazında, karnelerimizi aldıktan bir süre sonra, babam beni Akçakoca’da oturan teyzemlere götürdü. O yazı orada geçirdim. Eylül ortalarında, okullar açılmadan birkaç gün önce, Moda’ya döndüm. Sabah erkenden, soluğu Cem Sokak’ta aldım. Rüveydalar’ın müştemilatında oturduğu köşkün kapısını o tarihte ilk defa kapalı görüyordum. Kapının koluna asıldım, kilitliydi. Köşkün sahiplerinin henüz gitmemiş olduğunu düşünüp, kapı açılır umuduyla, sık sık arkama dönüp bakarak evimize doğru yürüdüm.
Öğleden sonra annemle okul ihtiyaçlarımız için alışverişe çıktık. Dönüşte annemlerden ayrılıp, yeniden Cem Sokak’ın yolunu tuttum. Kapı hala kapalıydı. Bu defa çekinmeyi bırakıp, önce birkaç kez zile bastım, açılmayınca kapıyı yumruklamaya başladım. Çabalarım boşunaydı. Belli ki, Rüveydalar evde yoklardı. Aklıma birden annesinin dükkanı geldi. Koşar adımlarla, nefes nefese dükkana ulaştım. Köhne kapıda asma bir kilit sallanıyordu. Burnumu çatlak cama yapıştırıp içeriyi görmeye çalıştım. Loş dükkanda ne Rüveyda’nın annesi ne nakış makinası ne de yandaki tahta dolabın gözlerine istiflenmiş sırasını bekleyen beyaz patiskalar vardı. O an, Rüveydalar’ın bir daha dönmemek üzere gittiklerini anladım.
Nermin Hoca Hanım tatilden döndüğünde, ziyaretine gidip, Rüveyda’yı sordum. Ortaokuldan mezun olduğu için diplomasını almıştı. Nereye gittikleri, hangi okula kayıt yaptırdığı bilinmiyordu. Kız Enstitüsü'nün lise kısmına kayıt yaptıran öğrenciler arasında yoktu.
Sonraki yaz, bir gün, Cem Sokak’taki köşkün kapısı açıldı. Ürkek adımlarla içeri girip, orada gördüğüm bir adama onu sordum. Tanımadığını, köşkü o kış aldığını söyledi.
Bir daha Rüveyda’dan hiç haber almadım. Şimdi, ne zaman Cem Sokak'tan geçsem, çocukluğumun o güzel günlerini ve arkadaşım Rüveyda'yı hatırlarım.

“Buket Uzuner ile Moda Öykü Atölyesi” asistan ve editörü: Deniz İlbi

ARŞİV