Salondan içeri giriyor izleyiciler. İçerisi alışılageldik bir tiyatro sahnesinde ziyade, seyircinin arena misali konuşlandırıldığı bir şov formunda. Canlı orkestra eğlenceli bir şarkı çalıyor,aniden şovun sunucusu peydah oluyor. Seyirciye ‘takılarak’ başlayan oyun, diğer iki oyuncunun sonsuz dansıyla sürüyor…
1930’lar Amerika’sında, “Büyük Buhran” zamanında popülerleşmiş bir yarışma ve eğlence türü olan dans maratonları vardı. Bu maratonlarda yarışmacılar günler, haftalar boyu durmadan dans ediyorlar; düşenler eleniyor, ayakta kalan son çift kazanıyordu! Keza Horace McCoy’un ‘Atları da Vururlar’ filmi ve aynı isimdeki ünlü film de bu konuyu ele alıyordu.
İşte o akım, 21. yüzyıl Türkiyesi’nde bir tiyatro oyuna ilham verdi. Moda Sahnesi’nde perde açan ‘Maraton’ adlı dans tiyatrosu, günümüzde geçen bir dans maratonunu sahne taşıyor. Proje Danışmanlığını, Moda Sahnesi kurucularından yönetmen Kemal Aydoğan’ın yaptığı oyunun tasarım, yönetim ve koreografisinde Bedirhan Dehmen’in imzası var. Biz de, 23 Ocak Çarşamba ve 18 Şubat Pazartesi akşamları saat 20:30’da Moda Sahnesi’nde sahnelenecek olan oyunu Dehmen’e sorduk.
“Maraton”, finale kalan bir çiftin 40 gün - 40 gece boyunca 2 saatte bir yalnızca 10 dk. dinlenerek sürekli dans ettiği bir show-yarışma olan dans maratonunu konu alıyor. Yarışmacı çift 40 günün sonunda ayakta kalırlarsa kazanacaklar, düşerlerse kaybederler!
Dans maratonu, 1930’lar Amerika’sında Büyük Buhran döneminde popülerleşmiş. Bugün en bilinen örneği Survivor olan “reality-show” programlarının öncüsü kabul ediliyor, kurucu bir format. İzlendiği ve para kazandırdığı sürece, kısmi uyarlamalarla klonlanmış bu format. Kendi coğrafyasıyla da sınırlı kalmamış, öyle bir evrensellik gücü de var! Adorno ve Horkheimer’ın kültür endüstrisi dediği şeyin “sıradan” örneklerinden biri kısaca… Kapitalizmin kutsal ittifakı: kitle tüketimi, eğlencesi ve manipülasyonu birlikte yürüyor! Anlayacağın üzere, nedenimiz çoktu.
75 DAKİKALIK DAN MARATONU!
Yarışma ve yoğunluk hissini arttırmak için 40 günlük dans maratonunu 75 dakikaya sıkıştırdık. Oyunun, gerek icracılar gerekse seyirciler için yarattığı etki itibariyle isminin hakkını vermesini istedik. Gerek performans gerekse içerik itibariyle odağı ve vurguyu belirginleştirmek için de, icracı sayısını -iki yarışmacı, bir sunucu- üç kişiyle sınırlandırdık. 4 kişilik canlı orkestramızla birlikte 7 kişi var sahnede. Dans maratonlarının orijinal versiyonlarında olduğu gibi, interaktif anlar var oyunda. Seyircileri sahnenin iki yanına yerleştirdiğimiz, “meydan sahne”de oynuyoruz. Fiziksel (ve duygusal) yakınlık hissini arttırmasının dışında, seyircilerin hem oyunu hem de birbirlerinin tepkilerini izlemeleri mümkün oluyor.
“Reality-show” kelimesi kelimesine bu demek çünkü, gerçek ve şov arasındaki sınırın bulanıklaşması… İçinde yaşadığımız zaman için barındırdığı güçlü imanın dışında, dramaturjik iç tutarlılığı olan bir tercihti.
“MAKRO ÖLÇEKTE ALEGORİ”
Yarışmanın kendisi, şöhret ve yırtma vaadiyle kendilerini gönüllü olarak gösteri malzemesine dönüştüren yarışmacılar, yarışmanın eksantrik sunucusu, seyirciler… Daha makro ölçekte bir alegori olarak görülebilir.
Ekranı, bireyin dünyayı tecrübe ettiği, ötekini tanıdığı, kendisini sunduğu yapay bir arayüz; şov ve eğlenceyi de ideolojik rıza üretme araçları olarak daha geniş anlamda kullanırsak, belki evet. Ama, “medya eleştirisi” üzerine kurulu bir oyun yapmak değildi başlangıç noktamız.
Tolga’yı Joko rolünde izlemiştim, ama öncesinden de tanışıyorduk. Fiziksel performansa yatkınlığı ve yakınlığını biliyordum. Moda Sahnesi’nin bu sezonki oyunlarından “Kıyı”nın kadrosundaydı aslında. Bir anlamda, kurum-içi transferle Tolga’yı cast’a dahil etmiş olduk. Yılmaz’ın Hedwig’ini duymuş ama izleyememiştim. Sunucu rolü için doğaçlamaya ve toplumsal cinsiyet performansına yatkın birini arıyordum. Kemal Aydoğan, Yılmaz’ı önerdi. Birlikte konuştuk, sanıyorum 10-15 dakika sonunda “ne zaman provalara başlıyoruz” noktasındaydık. İlke’yle Moda Sahnesi’nin ilk dans-tiyatrosu yapımı olan “Balerin”de birlikte çalışmıştık zaten. Kendi formasyonunu büyük ölçüde bale tekniğinin, baletik kod ve konvansiyonların içinde edinmiş olmakla birlikte oyunun ve rolün ihtiyaçlarına göre bunları esnetebildiğini veya dönüştürebildiğini yakından biliyordum. Tüm bunlar hala işin kağıt üstü boyutu. Bu isimlerin sahnede birleşmesi başka bir sürecin, birlikte geçirdiğimiz uzun ve yoğun prova-yaratım sürecinin sonucu. Her temsilde yeniden yaşanıyor, şekilleniyor, test ediliyor…
İlke’yi İlkem, Tolga’yı Tolgay, Yılmaz’ı da Mahmut Müezzinoğlu, nam-ı diğer Marko yaptık. Açık mantık aramadan, çağrışımsal ilerledi daha çok. Herbir isme küçük twist’ler getirmek dışında özel bir neden yok.
Müzikalde şarkı sözleri oyun metninin ana gövdesini oluşturur. Aynı zamanda, hiyerarşik bir dizilim söz konusudur şarkı-metin, müzik ve dans arasında. Fazla dışa dönük bir oyunculuk üslubu kadar, dansın çoğu zaman görsel varyete sağlayan dekoratif bir unsur olarak kullanılması gibi kodlar da var kendimi yakın bulmadığım. “Maraton”da gerek dans, tiyatro ve canlı müziğin gerekse dansçı, oyuncu ve müzisyenin hiyerarşik olmayan birlikteliğini arıyoruz. Oyunun kendisini ve icracının bedenini çoklu bir ifade ortamı olarak görüp, çapraz etkileşimlerde bütünlüklü bir ifade arayışının peşindeyiz. Bu arayışı -hala esnek bir biçimde de olsa- dans tiyatrosu terimi daha iyi karşılıyor.
“MİZAHIN KARARDIĞI ANLAR…”
Mizahın karardığı, kara mizahlaştığı kırılma noktaları var, ve bunlar oyunun tasarımının bir parçası. Yine de, neyin eğlence neyin trajedi olarak algılandığı sorusunun, izleyicinin kim olduğu, nasıl bir kişisel-toplumsal pozisyondan doğru oyunla ilişkilendiğinden bağımsız olmadığını not düşelim…
Yazgı diye yutturulan, normalleştirilen, alternatifsizleştirilen kötülüğe dur diyebilme ihtimali o. Bir cesaret kırıntısı. Seviyoruz kendisini!
Bu sorunun terimlerini değiştirip yinelemek mümkün: Prozac’lı mı, Prozac’sız mı mesela… Haneke (‘kimsenin kolayca ve içi rahat bir sekilde seyredemeyeceği filmler’in yönetmeni Michael Haneke), örneğin, çok mutlu olsaydık sanat yapmamıza gerek kalmazdı gibi bir genellemesi var. Ya da, ismi dans-tiyatrosu ile özdeşleşmiş olan Pina Bausch, özellikle erken dönem daha karamsar eserleri ile ilgili gelen eleştirilere, amacının “tam tersi” olduğunu söylüyor.
Bence “dans-tiyatrosu” terimi kimseyi korkutmasın. Gerek sözümüzün ne olduğu, gerekse onu ifade etme biçimimiz, merkezine insanı alıyor. Etkiyi bokstan bir örnekle ifade etmeye çalışabilirim: Sağ gösterip sol vuruyoruz! Onun da, kendimizde gördüğümüz ve yüzleşme yaşayabildiğimiz kadarını…
(Oyun fotoğrafları: Murat Dürüm)