Ömürlük bir gün...

Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde Yaratıcı Yazılar, Senaryo ve Sinema Atölyesi’ne katılanlar ilk ürünlerini verdi

12 Mayıs 2016 - 15:36
Yaz aylarında filme çekilmesi düşünülen öykülerden üç tanesini bu haftadan itibaren Gazete Kadıköy okurlarıyla buluşturmaya başlıyoruz. “Yarın Sevgililer Günüydü” başlığı altında yazılan öyküleri Başak Günaçan’ın illüstrasyonları eşliğinde okuyabilirsiniz. İlk öykümüz Kadir Anlamaz'dan...


İstanbul’da soğuk ve ıslak bir Şubat gecesinin başlangıcı. Yoğun trafik. Giderek daha tıklım tıklım olan minibüste en önde oturuyorum. Bir kaynaşma, “tutun düşüyor” diye bağıran bir kadın sesi… Yere yığılan bir genç kız. Kaldırıyorlar, boşaltılan bir koltuğa oturtuyorlar. Genç kız baygın. Bir kadın su içirmeye çalışıyor. Bir başkası, başına su döküyor. Biri, ağzına kesme şeker sokmaya çalışıyor. Biri; “Çabuk hastaneye” diye sürücüye bağırıyor… Ben, ona bakıyorum. Gencecik zavallı! Kendine geliyor. Simsiyah panik göz-leri, kömür karası saçları, beyaz güzel mi güzel yüzü… Bir hüzün çöküyor yüreğime. “Kim bu kız? Dramı ne?”

...Yeşim gözlerini açıp ilk görmek istediği şeye dikkat kesildi. Soğuktan nemlenmiş yatağından tavana bakarken, gözleri her saniye daha da ışıldıyor ve içini tarifi zor bir mutluluk kaplıyordu.
Hatıra kokulu kitapları çok seven Yeşim, bir sahafta gördüğü küçük, fosforlu, yapışkan yıldızlardan, yatağının tavanına kocaman harflerle “ALİ” yazmıştı. Her sabah gözlerini açtığında bu harfler yan yana gelip, beyaz bir melek gibi hayallerine fısıldıyordu geçen iki yılı.
Bundan iki yıl önce tüm fikirlerini değiştiren, bir çok alışkanlığından vazgeçmesine sebep olan, “hayatta yapmam” dediği şeyleri büyük bir zevkle yapmasını sağlayan birine ve ilk defa âşık olmuştu.
Bir süre daha gülümseyen gözlerle hayatına anlam veren isme bakarak iç geçirdi. Sonra doğruldu, çıplak ayaklarını yere değdirdi, masanın üzerinde duran bir bardak suyu ve ilaçlarını alıp tek tek yutkundu. Sonra bir hüzün oturdu gözbebeklerine ve derin düşüncelere daldı.
“Acaba ne zaman kavuşabilecekti ona.”
Yeşim, Ali ile tanıştıktan bir yıl sonra ondan ayrılmak zorunda kalmıştı. Sevgilisinin yurtdışında bir maden ocağında çalışması gerektiğini duyduğu an yıkılmış yine de karşı çıkamamıştı. Başka çaresi olmadığını biliyor ve onu üzmek istemiyordu. Zaten süreli bir iş olduğunu düşünüp dayanırım diye geçirdi içinden.
Ali yurtdışına gittikten iki ay sonra Yeşim hastalanmış ve ömür boyu kullanmak zorunda olduğu ilaçlar girmişti hayatına. Yine de bundan Ali’ye hiç bahsetmemişti. Muhtemelen onu çok sevdiği için üzülmesine tahammül edemiyor ve buna kendisi sebep olursa daha çok kahroluyordu. Yan yana geldiklerinde durumu anlatmaya karar vermişti. Bu sır her geçen gün biraz daha içini kemirip duruyordu.
...Ve telefon çaldı. Ekranda yabancı numarayı görür görmez sevinçten elleri titremeye başladı. Büyük bir mutlulukla telefonu açıp sessizce onun için ilahi olan o sesi dinledi.
Ali yarın sabah 8 uçağı ile geleceğini söylediğinde ateş gibi iki damla yanaklarını yakarak geçti. Hüzün dolu, ayrılık dolu, iki koca damla... Yarın 14 Şubat; Yani Sevgililer Günü. İçi içine sığmıyor, kalbi aktif bir volkanik dağ gibi atıyordu. Telefonu kapattıktan sonra en güzel elbiselerini defalarca deneyip çıkardı.
Bugün nasıl geçecekti? Zaman aheste bir kaplumbağa gibi, geçmişin bütün ağır yükünü kabuğuna hapsetmiş, ilerlemek bilmiyordu. Zaten mevsimler keskin bir iple boynundan bağlanmış da arkasından çekiliyor gibiydi son bir yıldır.
Hayallere daldı. Geçen 14 Şubat’taki gibi bol İstanbul manzaralı tahta bir iskemleye oturup, acıklı türküler söyleyip, omzunda ağlamayı planlıyordu Ali’nin.
Dışarı çıktı, şubat soğuğunu genzinde eriterek, kalbindeki harlı ateşin buharını dudaklarından çiçeklerle armağan ederek sokaklara, yürüdü, bir çocuk gibi ıslıklarla yürüdü...
Bütün gün alışveriş merkezlerini, gelinlik mağazalarını gezip akşam etmişti sonunda. Biriktirdiği parasıyla kendisine ve Ali’ye hediyeler almıştı. Eve döneceği sırada gözü bir beyaz eşya vitrinine takıldı. Kocaman, çok pikselli televizyonda bir göçükten bahsediliyordu. Evet, orası Ali’nin çalıştığı maden ocağıydı.
Ancak 3 dakika sonra durumun farkına varabilmişti. Ağzını açmış, gözlerinde okyanusları biriktirmiş, öylece bakıyordu boşluğa. Damarlarındaki kan donmuş, bütün gün yaşadığı mutluluk turnusol kâğıdı gibi bir anda maviden-kırmızıya dönmüştü.
Arkasını döndü, şuurunu kaybetmiş gibiydi. Önünde duran ilk minibüse bindi ve yere yığıldı...

ARŞİV