Hâlâ sanki dün gibi seni ilk gördüğüm zaman,
Gülüyordu gözlerin sana baktığım zaman.
Aklımdan hiç geçmedi bir şeyler gizlediğin;
Gülüyordu gözlerin “sevgilim” derken sesin.
Açınca kollarını, beni saracak sandım;
Gülüyordu gözlerin sivrilirken dişlerin
“Ah!” dedim, “Ne yaptın sen?”
“Niçin ısırdın beni, neden?”
Acıyla kıvranırken, gördüm ki vampirsin sen.
Şu sıra dışı ve eğlenceli şarkının güftesini yapmış olması, müzisyen Fulya Özlem’in enteresan kişiliği hakkında ipucu veriyor olmalı. Felsefe mezunu, öykü kitabı yazarı, kısa film yönetmeni, tercüman olan Özlem, 8 yaşındayken kemanlar başladığı müzikten bir daha hiç kopmadı. Müzik yolculuğu boyunca Almanya’dan İrlanda’ya farklı ülkelerde yaşadı, müzik yaptı. Şimdilerde kısmen kendi adını taşıyan Fulya Özlem & Akustik Kabare’de, kadın müzisyen arkadaşları Asineth Fotini Kokkala (kanun) ve Marina Liontou-Mohament (ud) ile müzik yapıyor. Yeni albümleri ‘Manidar Boşluk’ vesilesiyle, uzun bir sohbete daldık…
Fulya hanım klasik bir soruyla başlayalım; sizi tanıyalım, tanımayanlara tanıtalım…
İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimimi Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde tamamladım. İlk albümüm “Buz Kraliçesi” 2007’dea, ikinci albümüm “Alba” ise 3 sene önce yayınlandı. “Manidar Boşluk” üçüncü albümüm. 2008-2012 yılları arasında müzik çalışmalarım ve doktora eğitimim için gittiğim Berlin’de yaşadım. Ekmek Fabrikası Tanrıçası isimli öykü kitabım 2016’da Pan Yayıncılık tarafından yayınlandı. “Günebakan”(2007) ve “Till Death Do Us Part” (“Ölüm Bizi Ayırıncaya Kadar”)(2011) isimli iki kısa filmim var. Halen İ.T.Ü Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı’nda “Gazel” konulu doktora çalışmama devam ediyorum. Çeşitli dillerde mütercim-tercümanlık yapıyorum. Bu söylediklerimi de kitabımın içindeki özgeçmişimden bire bir kopya çekerek size anlatıyorum yoksa ben bile beni kısmen tanıyorum. (gülüyor)
Müzikal yaşamınız nasıl başladı? ‘Tam zamanlı müzisyen’ misiniz yoksa bazı müzisyenlerde olduğu gibi bir ‘gündüz işi’niz de var mı?
Müziğe sekiz yaşındayken Türk Sanat Müziği tarzında keman çalarak başladım. Musıki Cemiyeti çocuğuyum ben; bugün hâlâ çok sevdiğim makam ve eserleri “Dernek”te icra eder, konserlere çıkardık... Profesyonel müzisyenliğe ise üniversitedeyken, İrlanda, İskoç ve İngiliz folk şarkıları söyleyip keman çalarak başladım. Yıllarca beş yıldızlı otellerde şarkı söyledim, barlarda sahne aldım. Edinburgh, Dublin ve Galway’de sokakta ve folk kulüplerinde müzik yaptığım bir dönem oldu. Midilli’de ve başka şehirlerde sokakta çaldım, Berlin’de tam zamanlı müzisyen olarak yaşadım. 2015’e dek sadece müzikten geçindim; ara sıra da gazete ve dergilere yazdığım yazılardan.
Ama artık hem dünyada hem de Türkiye’de “bağımsız müzik” sahnesi küçüldü. Müzik, garip bir şekilde, “pahalı bir hobi”ye dönüşmekte bağımsız müzisyenler için. Bu noktada ben de, son birkaç yıldır İspanyolca ve İngilizce konferans çevirmeni olarak çalışıyorum. Her iki mesleğimde de iş bitince bana “ağzına sağlık” diyorlar, bu garip benzerlik, çok hoşuma gidiyor...
Annenizin müzik öğretmeni olması vesilesiyle mandolinle tanışmışsınız küçük yaşta. Rock ve folk müziğe ilgi duymuşsunuz, müzikoloji okumuşsunuz. Temas ettiğiniz/icra ettiğiniz farklı müzik türlerinden bahseder misiniz?
Ah doğru, kemandan önce mandolin vardı hayatımda! Folk müziğe hâlâ ilgi duyuyorum. Müzikoloji doktoram da devam ediyor. İcra ettiğim müzikler, kişisel tarihimdeki kronolojik sırayla: Türk Sanat Müziği; ozan şarkıcıların şarkıları; İrlanda, İngiliz ve İskoç Folk Müziği; Arjantin Tangosu; Arjantin, Şili ve Peru halk müziklerinden Chacarera, Zamba, Festejo, Lando; Rebetiko; Sefarad Müziği; İspanyol Rönesans Müziği; Fransız Rönesans Müziği; Bossa Nova ve sonunda aslıma rücu etmek suretiyle yeniden Türk Sanat Müziği ile Türkiye ve dünyadan Taş Plak dönemi müzikleri: kanto, tango, vs.
Şu an yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsunuz?
“Manidar Boşluk” albümümdeki müziği mi? Türk ve Yunan müziğinin çeşitli makamlarında bestelediğim, bir taraftan kanto, tango, şarkı gibi, 20.yy’ın başında popüler olan daha eski formlarda, diğer taraftan da yeni olan, kendi yarattığım formlarda hem ritmik hem müzikal olarak yeni arayışlara gittiğim şarkılar. Ve bunlara yazdığım kimi zaman absürt komedi tarzında, kimi zaman edebiyatımızın klasik imge ve anlam ufkundan beslenen sözler... Dolayısıyle eski ve yeninin, gelenekselle modernin hem müzikal hem de sözel olarak birbiriyle iç içe geçtiği bir tür “Progresif Makam Müziği”. Örneğin Hissî Vampir şarkısının sözleri içerik olarak, günümüzde pek popüler bir fenomen olan “duygusal vampir” tiplemesine gönderme yaparken, şarkının güftesi, yapısı itibariyle gayet klasik bir biçime sahip. Şarkının müziği de sözlerinin ürkütücü-komik havasına uyar şekilde, Pireotiko ve Hicazkâr makamları arasında gidip geliyor. Oysa “Yetişir Artık” şarkım bir tango mesela ve sözleri tam da tangonun popüler olduğu dönemde yazılmış diğer tango örnekleri gibi melodram! Şarkıyı yazarken var olan duygularımı dönemin estetiğine uygun biçimde “abartarak” yazdım. Neticede biz abartmayı bir sanat olarak icra eden bir toplumuz, şiirimizdeki söz sanatlarından biri mübalağa sanatı! (gülüyor)
“Organik Müzik” tanımınızı açar mısınız?
Ah sözü dallanıp budaklandırdım, aslında ben Organik Müzik yapıyorum, evet... En doğal duyguların müziği… (gülüyor) Şaka bir yana, eğer, kalbinizde daha fazla sıkışmaya dayanamayan duygularınız, birer şarkı olarak ağzınızdan/enstrümanınızdan dökülmüşse, yani o şarkıları yazmayı “planlamamış”sanız, bir ihtiyaçtan ileri gelip doğuveriyorlarsa, bu, yaratım sürecinin organikliğine tekabül ediyor. Bir de kayıt ve performans sürecinin organik olmasından bahsedelim: Eğer zaten arkadaşınız olan insanlarla müzik yapıyorsanız, beste kimin olursa olsun çaldığınız müziği hep birlikte şekillendiriyorsunuz. Sevgi ve güven ortamında, “birlikte” müzik yapmakla, stüdyoya girip tanımadığınız birinin müziğini, üstelik de o müziğin sadece önünüze konan partisyonda sizin enstrümana düşen kadarını çalmak, aynı duygu değil bence. (Fotoğraf: Filiz Telek)
Almanya, Yunanistan, Arjantin vb farklı ülkelerde bulunup müzik yaptınız. Bir müzisyen olarak bu nasıl bir bakış kattı size/müziğinize?
Ufkum genişledi. İnsan, özellikle dilini bildiği bir başka ülkede, bir süre yaşarken, metafiziği yeni varlıklar ediniyor, yani dünyaya başka gözlüklerle, başka çerçevelerle bakmayı öğreniyor, dünyayı ve içindeki varlıkları kavrayışı değişiyor. Bunun müziğe yansıması da benzer bir “duyma ve algı çerçevelerinin çoğalması” sonucunu getiriyor, yeni “duyma biçimleri” elde ediyorsunuz.
‘’Seyahat etmeyi seven İstanbullu bir dünya vatandaşıyım, müziğimde de bunu yansıtıyorum’’ demişsiniz bir röportajınızda. Hangi coğrafyalardan nasıl tınılar var müziğinizde?
Örnekler üzerinden gideyim, belgelerle konuşayım. (gülüyor) İlk albümüm “Buz Kraliçesi”nde, İrlanda’dan yeni dönmüş idim, o yüzden de bazı şarkılarda o “folk” etkisi hissediliyordu. Alba’daki şarkıları, Arjantin’den dönüp Berlin’e yerleştiğim 2008-2009 yıllarında yaptım, çoğu Arjantin, Şili, Peru ve Brezilya folk müziği ritmlerinde şarkılardı bunlar. Bunların yüzde yetmişi İspanyolca ya da yarı İspanyolca yarı Türkçe.
Manidar Boşluk’ta ise, örneğin “Hissî Vampir” şarkısı Pire rebetikosunun sevilen makamlarından Pireotiko makamı ile bildiğimiz Hicazkâr makamında. Yarısı İspanyolca yarısı Türkçe olan Kelebek şarkısında hem Sefarad müziğinden hem de Güney Amerika folk müziğinden tınılar var. Yetişir Artık bir tango, yani orada da biraz Arjantin biraz da bizim Nihavent bir hüznümüz var. Geldi Geçti Ömrüm Benim’de biraz Cezayir’in Rai müziğinin tınıları var; Görmezsem Bu Gece Seni, Zeybekiko ama Aptaliko’ya da göz kırpıyor, bunlar Yunan Dans Ritmleri... Oysa şarkı Suzidil makamında... Kulakları Olan Bir Duvar’da da hafif bir Country etkisi ya da İrlanda Jig ve Reel’larının etkisi yok değil. Ki düşünün, “Manidar Boşluk” benim en “buralı” albümüm...
Fulya Özlem & Akustik Kabare’yi nasıl ve ne zaman bir araya gelip de kurdunuz?
Zaten başka çeşitli gruplarda birlikte çalıyorduk ve hep beraberdik müzik ortamımızda... Ancak 2014 başlarında peşpeşe makam müziğinde şarkılar bestelemeye başladım, notalarımı alıp onlara koştum, çaldık, şarkıları çok sevdiler ve provalar, konserler derken ortaya Fulya Özlem & Akustik Kabare çıktı!
Bir kadın grubu olmanız tesadüf mü?
Hem tesadüf hem de kesinlikle tesadüf değil! Fotini ve Marina’yı, benim nevi şahsına münhasır müzisyen dostlarım Fotini ve Marina oldukları için ve zaten birlikte müzik yapmaya alışık olduğumuz için tercih ettim: yani onları çok sevip müzisyen kimliklerine de hayran olduğum için. Ben bu şarkıları Fotini ve Marina’dan başkasıyla çalmak istemezdim, şarkıları yapar yapmaz da onlara gittim, zaten iyi dostlarım, hem de müzikal olarak birlikte nefes alıyorlar sanki, müthiş bir uyumları var ve ben hem ruhen hem de müzikal olarak onlarla kendimi harika hissediyorum.
Ama diğer taraftan da hiç tesadüfî değil kadın grubu olmamız, çünkü kadınlara pozitif ayrımcılık uyguluyorum: Özellikle enstrüman çalan kadınlar, virtüöz dahi olsalar, erkeklerden çok daha az bir görünürlüğe sahipler. Daha çok erkek müzisyenleri görüyoruz sahnelerde, orkestralarda, her yerde... Toplumsal cinsiyet açısından kadınlara daha çok “şarkıcı” rolü biçilmiş müzikte. Oysa virtüöz kadın enstrümancı o kadar çok ki! Kadın ve erkek enstrümancıların meslekî alanda eşit derecede temsil edildiği bir dünya istiyorum. Bu yüzden ben, en azından kendi müziğimi yaparken böyle bir pozitif ayrımcılık uygulayarak kadın müzisyen dostlarımla çalışmayı tercih ettim. Albümdeki fotoğraf sanatçımız da bir kadın. (Mihriban Demircan). Yakında albümümüzün ilk klibi yayınlanacak ve orada da göreceksiniz, müzisyenler ve dansçı olarak tam bir kadın gücü birliğiyiz!
Grupta sizin dışınızdaki iki müzisyen de Yunanistan’dan, değil mi? Bu kişilerle nereden tanışıyorsunuz?
Fotini (Kokkala) İstanbul’a Erasmus yapmaya gelmiş ama burayı çok sevdiğinden kalmıştı, ben de Berlin’den yeni dönmüştüm, 2012’de. Fotini’nin methini başka Yunan müzisyen arkadaşlarımdan duymuştum, sonra tanıştık. Ben çok heyecanlandım ve hemen sevdiğim ve o sırada makam müziği yapmak için en az benim kadar istekli olan arkadaşlarımı biraraya getirdim ve Taş Plak Kumpanyası’nı kurduk. Pek çok konser verdik birlikte. Velhasıl Fotini bu şekilde müzikal ailemin bir parçası oldu.
Marina (Liontou) ise 2013 sonuna doğru İstanbul’a gelmişti, Yunanistan’ın Artha şehrindeki Geleneksel Müzik ve Makam Müziği konservatuarından yani üniversiteden sınıf arkadaşı oluyor Fotini ve Marina. Anında Marinacığım’la da kaynaştık. Bir de biz aynı mahallede oturuyorduk o sırada, Beyoğlu Aşağı Bohemya Mahallesi oluyor. (gülüyor) Marina da o evde kalmaya başladı. Üçüncü ev arkadaşları da yine kanunî Hrisa Hanımefendi idi. Kısa süre sonra, ben, Marina ve Hrisa, Galatasaray yakınlarında bir meyhanede çalmaya başladık, rebetiko, sefarad ve fasıl şarkıları ile şehir türküleri vardı repertuvarımızda. Böylece müzikal ailem onlarla daha da genişledi. O gün bugündür mutlu mes’ut yaşıyoruz...
Bu yabancı müzisyenlerin, Türkiye’deki müziğe ilgisi nasıl oluşmuş?
Türkiye ve Yunan halkları olarak halk müziğimiz ise zaten yüzyıllarca bir arada yaşadığımız için tamamen iç içe geçmiş, hem inanılmaz benzerlikler taşır, hem de pek çok türkünün bu coğrafyada konuşulan birkaç dilde versiyonları bulunur. Hal böyle olunca, bu aslında “pek de yabancı olmayan” müzisyenler, ortak geleneğimizi konservatuarda okumuşlar, pek çok bestekarımızın da büyük hayranı oluyorlar. Marina ve Fotini’den bahsedecek olursak, onlar çok özel bir vaka. Onların, Sinafi Trio diye bir grupları var, Anadolu türküleri çalıyorlar bu grupta! Yakında albümleri çıkacak, ben hayranlarıyım, siz de takipçisi olun.
Üçüncü albüm “Mânidar Boşluk”, fasıl enstrümanlarıyla kaydedilmiş bir makam müziği albümü. Kanun, darbuka, ud gibi yerli enstrümanlar duyuyoruz ama sound ilginç. Müzik yazarı olmadığım için ben tam tanımlayamıyorum. Ssiz ne dersiniz? Nasıl bir albüm oldu, ne tür şarkılar var vb…
“Progresif bir makam müziği albümü”; “Türk Sanat Müziği’nin Çağdaş Kabare kültürüyle buluştuğu nokta”; “Absürt-komedi unsurları taşıyan teatral şarkı sözleri ve modern şiirin, geleneksel makam müziğiyle bestelenmiş hali”; “Makam müziğinde yeni şarkı formları”; “Taş plak dönemi Türk müziği’nin ve dönemin popüler formlarından kanto ve tangonun post-modern bir yeniden canlandırması”, “Neo-klasik Türk şiiri denemelerinin makam müziğinde yeni formlarla buluşması”... Ben bu tanımları buldum şu an, ne dersiniz? Vallahi değişik bir albüm oldu, Tango, kanto, fasıl şarkısı, çiftetelli, Zeybek, Rai, Country-komedi, ritmik macera ve makamsal-korku türünde şarkılar var albümde. Son üç türün ismini şu an koymuş bulunuyorum, geri kalan türler literatürde de albümümde de var, çok şükür...(gülüşmeler)
Kanto, tango ve fasıl şarkısı gibi şarkıları unutulmaya yüztutmuş makamlarda besteleyip seslendiriyorsunuz. Bu fikir nereden esti aklınıza?
Söyleşinin başında resmî bir dille çıtlattığım üzre İ.T.Ü Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı’nda doktora yapıyorum, tez konum da taş plak dönemindeki gazeller. Tezim için araştırma yaparken, taş plak arşivlerine daldım ve orada Lale ve Nerkis Hanımlar’dan Deniz Kızı Eftalya’ya, Viktorya Hazan’dan Safiye Ayla’nın külliyatına, Radife Erten’in “Bayan Radife” olarak anıldığı kayıtlardan, Birsen Hanım’ın söylediği tangolara, Perihan Altındağ Sözeri’nin okuduğu Rast Gazel’den, Mahmure Suat ve Mahmure Handan Hanım’ın söylediği kantolara, Roza Eşkenazi ve Marika Politissa’nın (Franceskopolou) söylediği amanelere inanılmaz kadın şarkıcılar ve şarkılar keşfettim! Safiye Ayla’yı, Sabite Tur Gülerman’ı filan bir kadın şarkıcı olarak elbette bilir, takip ederdim ama taş plaklardaki eski kayıtları benim için yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı. Bu dinlediğim, Türk Sanat Müziği’nin bize yansıtılan, neredeyse müzelik bir tekdüzelikte icra edilen biçiminden o kadar farklıydı ki! Bu müzik, demek ki dönemin popüler müziğiyken böyle icra ediliyordu, demek ki enstrümanlar müthiş bir heterofoni içerisinde çalıyordu şarkıları ve demek ki bu müzik aslında son derece eğlenceli de olabilirdi, özgün fasılın ruhu böyle bir şeydi... Kanto özelinde konuşmak gerekirse, kantonun, 20.yy başında popüler olan “sahnede icra edilen doğaçlama Türk Tiyatrosu” Tuluat’ta sahne aralarında kadın kantocular tarafından icra edilen bir tür olduğuna dair araştırmalar var. Bütün bunlar bana çok ilham verdi, açıkçası ben bu kadınlardan çok etkilendim, sesleri, yorumları, ajiliteleri, bazen fettan, bazen şuh, bazen komik bazen hüzünlü olabilen sesleri... Önce onların repertuvarını söylemeye başladım, daha sonra da kendi makamsal bestelerimi yaparken bir baktım kantolar, tangolar filan bestelemişim gayriihtiyârî...
Peki ya sözler? Şarkılarınızda nelerden bahsediyorsunuz?
Manidar Boşluklardan, Hissî Vampirlerden, Kara deliklerden, Einstein’ın Görecelilik Kuramı’na göre zaman kavramından, Kulakları olan Duvarlardan , Havanda su dövmenin dayanılmaz ağırlığından filan... Edebiyatla son derece ilgiliyim, eğitimim de felsefe üzerine, o yüzden sözler felsefeden ve çağdaş ve geleneksel Türk Edebiyatı’ndan izler taşıyor.
Fulya Özlem & Akustik Kabare’nin konserleri, tam da adı gibi bir gösteri tarzında geçiyor sanırım. Neler var, neler oluyor? Henüz sizi sahnede izlemeyenler için anlatır mısınız?
Müzikal bir Stand-Up gösterisi gibi. Ama her zaman komedi değil, bütün duyguları birlikte yaşadığımız bir Akustik Kabare bu. Bazen birlikte hüzünleniyoruz, bazen bir terapi seansındaki gibi bir mini Sokratik sorgulama kısmı oluyor, mitolojik hikayelerden de payımızı alıyoruz. “Biz” diye konuşuyorum çünkü hem orkestra hem de izleyiciler, bu interaktif kabare gösterisinin ve konserin bir parçası, komik olan ne varsa onu hep birlikte oluşturup hep birlikte yıkıyoruz. Benim için terapötik, katarsis içeren ve duygusal olarak aşırı yoğun bir tarafı da var bundan dolayı. Umarım izleyiciler için de öyledir...
Biri ekşi sözlük’te sizin için ‘’hakkında hislerimin karışık olduğu bir şarkı yapmış, umut...çok uzun uzun zamandır böyle hissetmemiştim. bu şarkı hem gülme hem ağlama hissi uyandırıyor. dinlemeye başladığım ilk dakikalarda ne olduğunu anlamadım, sevdim mi, sevmedim mi, kapatsam mi, yok dinlesem mi... fakat bu başka bir şey... o sözler o müzik, kanun, ud ve tabii aslında vokal... kalbimi aldı avucuna bu şarkı sıktı bıraktı, sıktı bıraktı...’’ Bu yorum hakkında hislerinizi merak ettim…
Muhteşem! Beni çok mutlu ediyor çünkü şarkımı ve sözlerini, dolayısıyla verdiği hissiyatı çok iyi anlamış bir dinleyici bu. Hakkında yorum yaptığı şarkım, bu albümde de yer alan, “Umut” isimli şarkım. Umut duygusunun kırılgan yapısından bahsediyorum: umudun peşinden tutkuyla sürükleniyoruz bir uçurumun kenarına doğru, içimiz coşku dolu, “bu sefer olacak” diyoruz ve “ya olmazsa”nın buhranıyla da uykularımız kaçıyor bir yandan; çoğunlukla hüsrana uğruyoruz, umut ettiğimiz şey gerçekleşmiyor, ama yine de umudumuzu kaybetmiyoruz çünkü umudumuzu kaybettiğimiz gün nefesimizi de kaybetmişiz demektir. Bu dinleyicim, şarkıda anlattığım bu hâli bire bir hissetmiş, beni anlamış; ne mutlu bana ki tanı (ş)madığım bir insanla böyle derin bir muhabbet edebilmişiz...
Egoların yüksek olduğu bir alan olarak ifade edilen müzik-sanat ortamında, bir grubu ayakta tutmak zor mu? Bireysel olarak mı müzik yapmak daha iyi-kolay yoksa grup ile mi?
Aman iyi ki Organik Müzik yapıyorum, yoksa insan yanında rahat hissetmediği biriyle nasıl müzik yapabilir ki! Müzik tamamen duygularla yapılan bir iş, grubun içerisinde bir huzursuzluk olsa bu hissedilir, ki müzisyenler de kısa sürede o gruptan koparlar kendilerini iyi hissetmiyorlarsa, bana öyle geliyor... Müziğin bireysel olarak yapılabilen bir sanat olduğunu düşünmüyorum, sosyal bir sanat müzik... Ama sevdiğiniz insanlarla birlikte müzik yapmak kadar da terapötik, iyileştirici, büyüleyici bir şey daha yok, ayin gibi!
Kadıköy’le nasıl bir bağınız var mı? Bir müzisyen olarak/müzikal bir açıdan baktığınızda buranın müzikal ortamını nasıl buluyorsunuz?
Bu soruya ben de “Beyoğlu Aşağı Bohemya Düşesi” kimliğimle cevap vereyim. (kahkahalar) Efendim ben uzun yıllardır Beyoğlu’nda oturuyorum, orası benim muhitim, habitatım; sevincim; hüsranım; mahallem; günaydınım. Ama Kadıköy’le de ezelî bir flört halindeyim, bir bahane yaratıp gelmeye, sahilinde dolaşmaya, Balık Pazarı’nda kendimi bir roman kahramanı gibi hissetmeye bayılıyorum. İkinci albümüm Alba’nın da Kadife Sokak’ta bir stüdyoda kaydedildiğini belirtmeden geçemeyeceğim.
Kadıköy, ilham veren bir semt, orası kesin. Hatta eğer söz konusu eski tip Şirket-i Hayriye Vapuru ise insanın Kadıköy-Karaköy vapuruna binip mutlu olmaması imkansız bence. (Bilmem dikkatinizi çekti mi, albüm kapağının içinde Mihriban Demircan’ın çektiği fotoğraflarımın büyük bir kısmı, Kadıköy-Karaköy vapurunda çekilmiş, fonda da rıhtım var.)
Buranın müzikal ortamını gelişmeye açık buluyorum ama henüz yeterli değil. Canlı müzik yapılan yeni mekanlar açılmakta , bu çok güzel ama Rock ve Caz dışındaki müziklere de kapısını açan daha çok mekâna ihtiyaç var.
Röportajımız bitiyor artık, epey konuştuk ama ekleyeceğiniz bir şey kaldı mı?
Bu güzel sorular için size çok teşekkür ederim, vakit ayırıp müziğim ve benim hakkımda bir ön araştırma yaparak gerçekten müziğimi anlamaya yönelik sorular sorduğunuz için teşekkür ediyorum, çok memnun oldum... Gazete Kadıköy’e de çok teşekkürler.
(Fotoğraflar: Mihriban Demircan)