Yük gemisinde yazdığı, “Yedi Denizlerde” ve “Pera Günlükleri” adlı fantastik kitap serileriyle dikkat çeken Delal Arya ile çocukluğunu, macera merakını ve Kadıköy tutkusunu konuştuk
Alper Kaan YURDAKUL
Çocukluğu denizlerde geçen Delal Arya, yük gemisinde yazdığı, açık denizlerde geçen nefes kesici maceralardan oluşan “Yedi Denizlerde” ve “Pera Günlükleri” adlı fantastik kitap serilerinin yaratıcısı. İki seri de Can Yayınları’nın ‘Heyecanlı Kitaplar’ serisinden çıkıyor. Çocukluğunu, “Gece yarıları uzaktaki bir deniz fenerini görmek için geminin güvertesine çıkmakla, Hindistan cevizi ağacının durduğu bir salonda bir papağan tarafından kovalanmak arasında gidip gelen bir şeydi” diye anlatan Arya, Kadıköy’de geçen bir kitap yazmak istiyor.
“ÇOCUKLUĞUM DENİZDE GEÇTİ”
• Kitaplarınızda çocuk karakterlerinizin maceralarını anlatıyorsunuz. Sizin çocukluğunuz nasıl geçti?
Çocukluğumun yarısı denizde yarısı ise karada geçti. Yaz aylarında babamla yük gemilerinde dolaşır, okul zamanı İstanbul’daki evimizde kalırdım. Eve dönerken gemideki eşyalarımızı da getirirdik tabii. Egzotik bitkiler, papağan, maymun, fillerin bile satıldığı bir pazardan aldığımız bir köpek... Gece yarıları uzaktaki bir deniz fenerini görmek için geminin güvertesine çıkmakla Hindistan cevizi ağacının durduğu bir salonda bir papağan tarafından kovalanmak arasında gidip gelen bir şeydi çocukluk. Devamlı hayal kurduğumu ve rol yaptığımı hatırlıyorum. Gemideyken uzaktaki ıssız adalara düştüğümü hayal ederdim, korsanlarla arkadaşlık eder, definelerin peşine düşerdim. Gemi, benim içinde yaşadığım bir macera romanı gibiydi. Karadayken ise gizemli bir öykünün parçası olurdum. Terk edilmiş köşklerin olduğu bir mahallede yaşıyorduk. Onların içinde yaşadığımı hayal ederdim. Bahçelerine girer ve kepenklerin arasından içeriyi görmeye çalışırdım. Ama çok korkardım. Vampirlere ve kurt adamlara dair onca şey okuduğum için köşklerin içine girmeye bir türlü cesaret edemezdim. Bir grubum vardı ve onlarla birbirimize korku hikâyeleri, bilim kurgu hikâyeleri anlatmaya bayılırdık. Benim çocukluğum hep hikâye anlatarak, okuyarak ve hayal ederek geçti.
“KENDİMİ ÇOK SIKICI BULURUM”
• Siz de kitaplarınızdaki karakterler kadar maceraperest misiniz?
Kendimi çok sıkıcı bulurum. En yakınımdaki insanlar dışındakiler de öyle düşünüyordur eminim. Günlük hayatta maceraların peşine düşmem. Her insan gibi yemek yapar, çamaşırları asar, alışverişe giderim. Bebeklikten çıkmak üzere olan ikizlerim var ve onlarla meşgul olmak ve bir yandan da kitap yazmak gerçek bir mücadele. Ama sanırım dağlara tırmanmak veya denizlerin altına dalmak gibi olmasa da arada bir büyük maceralar yaşayabiliyorum. Mesela hamileliğimi Amerika’nın en soğuk yerlerinden birinde, geyiklerin ve sincapların yaşadığı bir ormandaki ağaç evde geçirmiştim. O kadar soğuktu ki, pencerenin içi bile buz tutuyordu. Çocuklarımı hastaneden o eve getirmiştim. Sabah kalktığımızda bir geyiği içeri bakarken bulurduk. Kocamla beraber kucağımızda bebeklerle -35 derecede tipinin içinde koştuğumuzu hatırlıyorum. Hayatı zorluklar ve başarılar güzel kılıyor. Tadı öyle çıkıyor. Hiç görülmemiş yerleri görerek, hiç yaşanmamış şeyleri yaşayarak. Maceralar bir yemek olsaydı çok yavaş pişen, bahçeden toplanmış sebzeler ve av etiyle yapılmış bir yahni olurdu. Maceralar kısa anlar değildir. Uzun zamanlara yayılmalılar. Böyle düşününce benim hayatım bir macera diyebilirim.
• Bir kitabınızda hayatı denizlerde geçen çocuk Renda’yı anlatıyorsunuz. Yazarken kendi çocukluğunuzdan esinleniyor musunuz?
Çocukluğu gemide geçmemiş biri, kitapta anlattıklarımı bilemez. Gemide yaşamayan hiç bilmez. Fakat bir denizci de bir yere kadar anlayabilir çocuğun yaşadıklarını. Sintine kokularının bir süre sonra nasıl burun deliklerine işlediğini, geminin yalpasının o çocuğun yürüyüşünü nasıl değiştirdiğini, orasına burasına bulaşan yağ ve ziftin bir süre sonra onun ikinci derisi olduğunu anlayamaz. Gemide yaşayan bir çocuk büyüme çağında olduğu için yarı yarıya gemiye dönüşür. Hafiften bir deniz yaratığı olur, çıkar. Ben, kitabı yazarken çocukken sahip olduğum o ruhtan ilham aldım. Kaptan olan babamın anlattıklarını, benim tecrübe ettiklerimi veya gemideyken hayal ettiklerimi kattım içine.
“KONTEYNIR GEMİSİNDE YAZDIM”
• “Yedi Denizlerde” serisini gerçekten bir konteynır gemisinde mi yazdınız? Neden?
Yedi Denizlerde serisinin ikinci kitabı İskelet Sahili’ndeki Sır’ı bir konteynır gemisinde yazdım. İlk kitabı İstanbul’daki evimde yazmıştım fakat bir yere kadar oluyor bu işler. Bir yerden sonra artık geminin havasını koklamak, içine nüfuz etmek ihtiyacı duyuyorsunuz. Elinizde değil, yazdığınız şey sizi kendisine dönüştürüyor ve aynı havayı koklamaya zorluyor. Ben de Afrika’ya giden bir gemiye katıldım. Kamaramda kitabı yazarken ben, kitabın içinde kitap da benim içimdeymiş gibi hissettim. Akşamları denizcilerin hikâyelerini dinledim. Geceleri korsanların olduğu sularda vardiyaya kaldım, makine dairesi hakkında yeni bilgiler edindim. Denizde yaşamadıysanız eğer denizlerde geçen bir kitabı yazmak mümkün değil. Dediğim gibi o havayı koklamalısınız.
• Üniversitede Sinema ve Televizyon okuduktan sonra Arkeoloji ile ilgilenmeye başlıyorsunuz. Peki, sizi edebiyata yönelten ne oldu?
Eninde sonunda geleceğim yer orasıydı. Bunu hep biliyordum. Hayatım boyunca yazdım ben. Sinema ve Televizyon, sonrasında ise Arkeoloji ufkumu genişletmek içindi. Bir sinema dersi hikâye anlatmak konusunda edebiyat dersi kadar iyi olabilir bana kalırsa. Ben görüntüleri anlatmayı severim, o görüntüleri çocuğun gözünün önünde canlandırmak isterim. Bunda da sinemanın büyük faydası oldu. Arkeoloji ise hep hayalimdi. Görünenin altındakilere, saklı olanlara, gizlere ve sırlara hep düşkündüm çünkü. Kitaplarımda da onları anlatıyorum zaten. Dünyanın sakladığı gizleri, onun hazinelerini.
“BÜYÜ GİBİ BİR ŞEY”
• Neden çocuk edebiyatını tercih ettiniz? Yetişkinler için de yazmayı düşünüyor musunuz?
Çocukların ruh ve duygu dünyası, içinde yaşadığımız gezegenin ruh ve duygu dünyasının ikiz kardeşi. Bir çocuğa baktığımda bu dünyayı görüyorum; en saf ve en kırılgan haliyle. Aynı zamanda çok güçlü yaratıklar çocuklar. Çok zor pes ederler, inatçıdırlar, muzip bir tarafları vardır, devamlı hareket halindedirler, asla yorulmazlar ve her şeye heves eder, her mücadeleye sorgusuz atılırlar. Onlara yazmak dünyanın dilini konuşmak gibi geliyor bana. Bunu yapabildiğim için, çocukları yazdıklarımla etkileyebildiğim için mutluyum. Orada bir çocuğun gece yorganının altına girmiş, elinde fenerle kitaplarımı okuyor olmasını düşünmekten daha güzel çok az şey var. Bu büyü gibi bir şey. Ve henüz bu büyüyü kaybetmek istemiyorum. Belki zamanı geldiğinde büyü benim içime işlediğinde bunu büyüklerin dünyasına da uygulamayı deneyebilirim.
“KADIKÖY BENİM EVİM”
• Uzun zamandır Kadıköy’de yaşıyorsunuz. Kadıköy sizin için ne anlam ifade ediyor?
Kendimi bildim bileli Kadıköy’de yaşıyorum. Fakat okuduğum okullar hep Beyoğlu çevresinde oldukları için bu mahalleyi çok ihmal etmiştim. Kadıköy’ü daha yeni yeni keşfetmeye başladım. 1800’lerin sonunda Moda’da yaşayan Levantenleri ve onların villalarını, Yeldeğirmeni’nin eski apartmanlarını, Yoğurtçu Parkı’ndaki timsahları... İnanılmaz bir yermiş Kadıköy. Benim için İstanbul denince akla ilk Galata gelirdi, şimdi Kadıköy’ü ikinci sıraya koydum. Keşke burada geçen bir kitap yazsam diyorum. Ne de olsa burası benim evimdi hep.