Yerli edebiyatımızın müstesna yazarlarından Yusuf Atılgan’ın, kitaplarına girmemiş yazı, şiir, söyleşi ve çevirilerinden oluşan ‘’Siz Rahat Yaşayasınız Diye’’ adlı kitap geçtiğimiz aylarda Can Yayınları’ndan çıktı. Biz de bu vesileyle, yaşamının bir bölümünü Kadıköy’de geçirmiş olan yazarın oğlu Mehmet Atılgan’la Moda’da buluştuk.
(Mehmet Atılgan, babasının sık sık geldiği Bomonti Çay Bahçesi’nde...)
Kendisi hukuk mezunu, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında çalışmış. Şimdilerde Ege’de yaşıyor. Ama bir ayağı Kadıköy’de. ‘Babadan kalma esnaf dükkanı devralmak gibi’ diye gülümseyerek tanımladığı işleri yürütüyor; kitabın ve çevirilerinin işleri, röportajları…
Mehmet Atılgan’a ilk sorum ‘’Edebiyatımızın böyle müstesna bir yazarının oğlu olmak nasıl bir his?’’ oluyor. ‘’Çok zor bi yerden başladınız, ne desem ki ben… ‘ diye yanıtlıyor.
Zor’luktan ilerleyelim o halde; ‘Kendisi de ‘zor’ bir yazar olduğunu söylüyor. Bir okuru olarak siz ne dersiniz?’
Atılgan bunu onaylıyor; ‘’Yazma eylemiyle olan ilişkisi açısından evet zor yazan bir yazar. Kendisi de söylüyor benim gündelik hayatım yazarlığımdan önce gelir diye. Manisa'da iken çiftçilik yapmış. İstanbul’da ben doğduktan sonra benimle, ailesiyle çok ilgilendi. Zaten konstrasyonun pek iyi olmadığından da şikayet ederdi. Çok titiz bir yazar olmasının da, zor yazmasında etkisi var’’
‘’Peki ya yazdıkları zor muydu?’’ diye ekleme yapıyorum soruma, Atılgan şöyle yanıtlıyor;
‘’Kolay okunan eserleri de var, zor okunanları da… Mesela Anayurt Oteli, Aylak Adam’a göre üslup olarak okunması daha zor bi roman. Ama mesela Canistan’ı ben bir günde bitirdim. Tabi bunların kolay okunmaları, basit oldukları anlamına gelmiyor. Babam, okura bir şey dikte edercesine, didaktik yazmaktan pek hoşlanan bir yazar değildi.’’
Bir Yusuf Atılgan eseri okurken, ‘Bir Yusuf Atılgan eseri okuyorum’ duygusunda mı, yoksa ‘babamın satırları bunlar’ hissiyatında mı oluyor? Mehmat Atılgan anlatıyor; ‘’Aylak Adam’ı okuduğumda 15’imdeydim. O zaman dek ‘babam yazmış ama ya sevmezsem ne olacak’ gibi duygular vardı içimde. Mecbur muyum yani sevmeye babam yazmış diye. Ama okuduktan sonar çok sevdim. Kendi kendime ‘Babam iyi yazarmış’ dedim.’’
(Mehmet Atılgan, babası ve annesiyle yaşadığı Ferit Tek Sokak’taki Deniz Apartmanı önünde...)
Ters köşeden soruyorum; Ya beğenmeseydiniz? İçtenlikle yanıtlıyor; ‘’Olabilirdi. Her kitabına eşit derece bayılmıyorum ama beğenmediğim bir yazısı da yok’’
Babası –kendi deyişiyle- Memoşenko’suna bir de ninni yazmış. ‘Evde siz bu ninniyi okur muydu?’ diye soruyorum, Mehmet Atılgan kendine has espri anlaşıyışıyla yanıt veriyor; ‘’Hafızam iyi ama o kadar da değil! Bebekken okuyup okumadıklarını anımsamıyorum zaten. Ama hatırlayabilecek yaştayken, mesela 5 yaşımda bana hala ninni söylüyorlarsa vaziyetin pek iyi olmadığını gösterir’’
Mehmet Atılgan’dan babasından yola çıkarak, son dönem edebiyat dergilerinin kapaklarını Oğuz Atay, Cemal Süreya gibi ismler süslüyor olması hakkındaki görüşü öğrenmek istiyorum. Bu isimlerin ‘kalıcı yazarlar’ olduğunu vurguluyor ve ekliyor; ’’Kitaplarında bahsettikleri şeyler modası geçmiş konular değil. Ayrıca çok iyi bir Türkçe ile yazılmışlar. Çok normal. Yeni dönem edebayıtı bence dil konusunda sıkıntılı. Iyi örnekler var ama kötüleri çok fazla. Dolayısıyla bu edebiyatçılara olan ilgiyi normal karşılıyorum…’’
ATILGAN’LARIN MODA GÜNLERİ…
Moda, Atılgan ailesinin 10 yıla yakın yaşadığı, Yusuf Atılgan’ın hayata gözlerini yumduğu semt. Mehmet Atılgan, Moda günlerini anlatıyor;
‘SAKLI’ BIR YAZARIN NOTLARI….
Yusuf Atılgan gibi bir bakıma “saklı” bir yazarın ardında bıraktığı notlar her zaman heyecan vericidir. Atılgan’ın “Eşek Sırtındaki Saksağan” adlı bir roman yazdığı, sonra da o metni yok ettiği biliniyordu. Siz Rahat Yaşayasınız Diye, bu romanın yazarın sandığında bulunan giriş bölümüyle birlikte elyazılarından derlenen notlarını, şiirlerini, dergilerde kalmış kısa öykülerini ve yaptığı çevirilerden örnekleri içeriyor. Kitabın arka kapağından bir bölüm;
“Kafamdaki romanı yazmak için işimden ve oğlumdan vakit ayıramıyorum, ama üzüldüğüm de yok. Bu koşullarda vaktim olsa da istediğim gibi yazacağımı sanmıyorum. Köyde, sessizlikte, üstünde dura dura çalışmaya alışmış biri için İstanbul çok hareketli; ama buna da alışacağımı, bu koşullarda yazacağım zamanın geleceğini sanıyorum. Yazmadığım için ne devleti ne de yayımcıları suçluyorum. Bunda bir suç varsa doğrudan benim suçum bu.”