Osman Şahin: ‘Unutmayalım, yazmak direnmektir'

Türkiye’nin başarılı yazarlarından, aynı zamanda öyküleri sinemaya uyarlanan ve başarılı bir senarist olan Osman Şahin, ‘Kibar Feyzo’ gibi hepimizin zevkle seyrettiği filmlerin de yaratıcısı. Eserlerinde Anadolu’yu ve Anadolu insanını anlatan Osman Şahin’le yaşamını sürdürdüğü Kadıköy’de sıcak bir sohbet yaptık.

31 Ocak 2013 - 15:22
 
Kadir İNCESU
 
Oğlak çobanıydı… Çıplak ayaklarıyla koşuyordu oğlaklarının peşinde… Aradan yaklaşık 60 yıl geçti… Altın Portakal sahibi, bol ödüllü bir yazar oldu… Türkiye’nin önde gelen ‘İkinci Doğum Yerim’ dediği Dicle Köy Enstitüsü’nden mezunu Osman Şahin ile Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan “Ölümün Süt Dişleri” adlı kitabı temelinde yaşamı ve sanatı üzerine konuştuk…
 

-Osman Şahin’in öykülerinin özellikleri ve farklılığı nelerdir?
Bu sorunuzun yanıtını, değerli okurlarımdan, Sevgin adındaki bayan arkadaşımın bana yazdığı mektupla yanıt vereyim. Şöyle: “Sizin öykülerinizde, yazgılarını kendileri yazan, dağların, bozkırların insanlarının bütün hallerini, korkularını, açmazlarını, çaresizliklerini, kan davalarını, beklenmedik bir anda ölümle yüzleşmelerini buluyorum. Öykülerinizi besleyen şaşırtıcı uçlar var. Toros doğası ile Doğu-Güneydoğu ıssızlarındaki gizli ruhlarla tanışırken, ortalık günlük güneşlikken, bol şimşekli gök gürültüleri, insanın suratına iniveren dolu ve yağmur sağanaklarıdır, her an değişen insan doğasıdır. Bizim gibi rahat koltuklarında oturanların, hazmedebileceği öyküler değildir, yazdıklarınız…”       
 
-Öykülerinizin kahramanları hep yaşamın içinden… Bu kahramanlardan hangisini kendinize daha yakın hissettiniz?
Son öykü kitabı, Ölümün Süt Dişleri’ne adını veren öykünün gerçek kişisi Hatice ablamdır.  
 
-Dicle Köy Enstitüsündeki günlerinizi Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Ölümün Süt Dişleri” adlı kitabınızda anlattınız. Enstitü günlerini anlatmak için neden bu kadar beklediniz?
“Ölümün Süt Dişleri”nde anlatılanlar gerçek birer öykü belgeselidirler. Öykülerin hiç birinde bir sevincin çınlaması yoktur, bulamazsınız. Okurları etkilemek için uydurulmuş olaylar da yoktur. Öykülerin temelinde yatan derin, derin sefalet, yazarın (benim) çocukluğumdur. Kitabımda 60-62 yıl öncesine inerek, çocukluğuma bir ayna tutmaya çalıştım. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi, 62 yıl öncesinin izlerine ulaşması zordur. (Sayın okurlarım, bu kitabımı alıp, okumalıdırlar.)

-Yaşar Kemal ile aranızdaki benzerliklerden söz ediliyor… Kimleri örnek aldınız?

Yaşar Kemal ile aramızdaki benzerlik, olsa olsa, aynı yöreleri, Toroslarla, Çukurova’yı yazmamızdan ileri gelebilir. Yaşar Kemal bir destan yazarıdır. Ustamdır. Bir destan toprağı olan Anadolu’nun Nâzım Hikmet’ten sonra, dünyadaki en büyük sesidir. Yaşar Kemal gibi bir yazar üç yüz yılda zor gelir. 
Ben öykücüyüm. Yunus Emre, Dadaloğlu gibi kısa, öz sözcüklerle yazmaya çalışıyorum öykülerimi. 
Kimleri örnek aldığım sorunuza Türk ve Dünya edebiyatından sayısız yazar adı sayabilirim. Çok kitap okuduğum söylenir. Evimdeki kitap sayısı 18 binin üzerindedir. Yılımın dört ayını yazarak geçiriyorsam, altı yedi ayını da okumakla geçirdiğim bilinir.  

-Yazdığınız bir roman eleştirisi nedeniyle 1,5 yıl hapis yatmışsınız. Hapishane günleri yazarlığınızı  nasıl etkiledi?

Hiçbir baskı, hiç bir duvar, zindan, kelepçe, zincir tomarları düşüncenin önüne geçemez. Okudukça, yüzümüze, ruhumuza kan gelen, Nâzım Hikmet, aşağııdaki dizeleriyle en güzel örneğini vermiştir bunun: “Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane Parkı’nda, 
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında…”     Yani “Ne yaparsanız yapın, ben ülkemin rüzgârıyım, bulutuyum, havasıyım, asla önüme geçmezsiniz”  demek istiyor büyük şairimiz. 
On sekiz aylık Şile ve Yalova hapisliğimde, 12 Eylül faşizminin işkencelerini, zincirlere sarılıp paketlenmiş mahkûm sevklerini, ölümle sonuçlanan açlık grevlerini, 14 öyküden oluşan, Kolları Bağlı Doğan’da yazdım ve tarihe tanıklık ettim. Hülya Koçyiğit ile Talat Bulut’un oynadıkları, Şerif Gören’in başarıyla çektiği ‘Firar’ filminin öyküsünü yazdım. 
Unutmayalım, yazmak direnmektir.      
 
-“Öykü, yazarın kendisini bir çeşit tersine çevirmesi” diyorsunuz… Bu sözünüzü biraz açalım istiyorum…
Yazarlar, okuyan, gören, araştıran sanatçılardır. Ruhuna depo ettiği çeşitli insan davranışlarını, doğasını ve kültürünü, öykü ve roman boyutunda kurgulayarak yazmaya çalışırlar. Sözcüklerin içini dışına çıkarırlar. Ters yüz ederler.  
 
-1970 TRT Öykü Büyük Ödülü’nü alınca Toroslardaki köyünüze, ananızla babanıza telgraf çekerek “Birinci” olduğunuzu bildiriyorsunuz. Ananız size mektup yazıp gönderiyor. Siz de yaz tatilinizde köye gidip ananızla konuşuyorsunuz… Ananız size ne yazmıştı, neler konuşmuştunuz?
1970-TRT. Öykü Büyük Ödülünü kazanınca, anamla babama bir telgraf çektim. O zaman şimdiki gibi telefon, cep telefonu yoktu. Anamla babam, radyoları olmadığından, TRT’yi, öykü yarışmasını da bilmezlerdi. “Anacığım, babacığım, Türkiye çapında bir yazı yazma işinde birinci olduğumu bildirdim. Bir ay sonra anamın, torununa yazdırdığı mektup elime geçti. “Sarı Osmanım, yazı-çizi işinde birinci olduğunu duydum. Üzülme! İnşallah ileride ikinci, üçüncü de olursun...”
Bozuldum. Sonra yaz geldi. Köyüme, anamla babamı görmeye gittim. Bir elma ağacının dibinde anamla konuştum. “Ana ben size birinci olduğumu yazıyorum, siz ise bana üzülmememi, inşallah ileride ikinci, üçüncü de olmamı istiyorsunuz. Birinci olmak her zaman iyidir” dedim.
Anam aldırmadı. “O sizin hesabınız oğlum” dedikten sonra ağaçtan üç elma kopardı ayrı koydu, iki elma kopardı ayrı koydu, bir elma kopardı ayrı yere koydu ve bana elmaları göstererek:” Şimdi sana soruyorum oğlum, bu elmalardan hangisi çok?” dedi. Ben de üç elmayı göstererek “bu çok” dedim.
“O zaman ikinci, üçüncü olmanın neresi kötü oğlum? Çok olmak her zaman iyidir. Unutma, kalabalık ürkütür, derin su batırır. On üç kardeşsiniz, bunun neresi kötü?” diyerek müthiş bir ders verdi bana.
 
-Osman Şahin’in öykülerinde bir anlatım zenginliği var. Bu zenginliğin kaynaklarına inersek, karşımıza nasıl bir görüntü çıkıyor?
Yazacağım öyküler için mekân arar, bakarım. Doğayı, öykü karakterlerini enine boyuna düşünürüm. Kurgu, sözcük seçimi ve öyküdeki mekâna görefolklorik öğelerle etlendiririm öyküyü.
Sinemamızın dehalarından Yılmaz Güney, 1971’de bana sormuştu: “Her sözcüğün görüntü veriyor bana. Her öykün, beş duyuma hitap ediyor. Bu nereden geliyor?” diye. “Ağabey yaşadıklarımı gördüklerimi yazıyorum” demiş, beğenmişti.
 
-Malatya Lisesi'nde öğretmen iken, Malatya, Elazığ, Tunceli'ye bağlı otuza yakın köyde geniş halkbilim çalışmaları yaptınız. Bu çalışmaların öykücülüğünüze ne gibi katkıları oldu?
Bir yazarın doğayı psikolojiyi, felsefeyi, folklörü, renkleri, müziği iyi bilmesi ve alçak gönüllü olması gerekiyor. Anadolu insanıyla, hangi yaşta olursa olsun çok iyi diyaloglar kurarım. Bu çalışmalarımda sayısız halk bilginlerine, halk kaynaklarına ulaştım. Söz sanatını, eğretilemeleri iyi bildiklerine tanık oldum. Ve bu bilgileri pek çok öykümde kullandım. 1600’e yakın bulmacayı, ‘Su Kurusu’ adıyla yayımladım. Kitaba adını veren ‘Su Kurusu’nun da bir bulmaca olduğunu, yanıtının, ‘buz’ olduğunu yeri gelmişken söylemeliyim.
 
-Emin Özdemir “Şahin'in öykü ırmağı, Kırmızı Yel'le açtığı yataktan akıp gitmiştir hep. Kuşkusuz her yeni öyküsüyle bu yatağa derinlikler, yeni boyutlar kazandırmıştır” diyor… Siz öykücülüğünüzü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben toplumcu, gerçekçi öykü anlayışından yanayım. Eleştirel öyküler yazıyorum. Yeryüzündeki sömürü ve emperyalist tehlike devam ederken, toplumun sorunlarından kaçarak, post-modern edebiyat anlayışları gibi, sözcüğü çürüten anlayışlara sığınamam. “Postumu” post-modern’e kaptıramam.
Sözümü, Köy Enstitülerinin yaratıcısı, büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un şu sözleriyle bitiriyorum: “Elimde imkân olsaydı, bütün dünya okullarına, insanın insanı sömürmemesi için bir ders koyardım…”
 
 -Kadıköy ile olan bağınızdan söz eder misiniz?
İzmit’ten gelip de Kadıköy’e yerleşeli tam 41 yıl oldu. Hep de aynı yerde oturdum. O zamanlar 1. Orta Sokağı çamur içindeydi, henüz asfaltlanmamıştı. Buradan Altıyol’a giderken korkardık, kimse yoktu. Bahçe içinde evler vardı. Bağdat Caddesi de çift gidiş-gelişti. Şimdiki Caddebostan Kültür Merkezi’nin yerinde de yazlık bir sinema vardı. Eşim ve çocuklarımla sinemaya giderdik. Orası daha sonra kültür merkezi yapıldı. Tek katlıydı o zamanlar.
 
-Kadıköy’de nasıl zaman geçiriyorsunuz?
Rengârenk çiçeklerle dolu Fenerbahçe Parkı’na giderim. Göztepe Parkı’na da sık sık giderim. Doğayı çok seviyorum. Yazları sahilde 8 kilometre yürüyorum. Kışları ise yürüyüşlerimi Bağdat Caddesi’nde yapıyorum. Günün çocuğunu masa başında yazarak geçirdiğim ve eski bir beden eğitimi öğretmeni olduğum için çok yürürüm. Yalnız yaşıyorum. Yılda 7 ay kitap okurum. Belleğim de çok güçlüdür. Yazacağım zaman, tamamen yazacağım konuyu düşünüyorum. Sabahları da 03.00-04.00’de yazmaya başlarım. Nisan ayında çıkacak bir kitabımın çalışmalarına devam ediyorum. Konuyu çok özenle seçiyorum. Heykel yapacak yontucunun mermerini seçmesi gibi… Sadece onu düşünürüm. Yörük çocuğu olduğum için de erken uyanırım. Bütün öykülerimi, senaryolarımı hep sabahın çok erken saatlerinde yazarım. Önce duş alır, sonra kendime kahve yaparım. Sonra da masam geçerim. Beynim müthiş çalışıyor. Dışarıda ıpıssız bir dünya… 11.00’a kadar yazarım. Çalışırken hafif bir de kahvaltı yaparım. 11.00’dan sonra yaratma süreci zayıflıyor. O saatlerde de okumaya başlıyorum. Ortalama altı saatlik okuma sürecinden sonra da eşofmanlarımı giyip, yürüyüşe çıkıyorum. Akşamları nötr durumdayımdır. Erken yatarım. En geç 22.00’da uyumuş olurum. Bu durum 41 yıldır böyle…

-İlk öykünüzün yazılışının üzerinden 41 yıl mı geçti?

Evet. “Kırmızı Yel”i yazalı 41 yıl oldu. O zaman İzmit’teydim. Aslında o öyküyü 1968’de yazmıştım. Bekir Yıldız öyküyü okudu, çok beğendi “Oğlum bu öyküyü bir dergiye gönder, yayınlansın” dedi. Mahmut Makal da okudu hikâyemi. Şimdi öyküyü atacak, yırtacak diye beklerken “Çok güzel olmuş. Bir dergiye gönder” dedi. “”Yapma abi, yayınlamazlarsa” dedim. Bana ”Kardeşim sen ne yazdığını bilmiyor musun?” dedi. Ben gene de göndermedim. İyi ki de göndermemişim. Bir yıl sonra yedek subay oldum, Tuzla Piyade Okulu’nda… Komando olarak seçildim, güçlü fiziğimden dolayı… Spor subayıydım. TRT’nin öykü ödüllerine başvurdum. İki ay sonra Davutpaşa Kışlası’nda nöbetçi subayken adımı radyoda duydum: “TRT Öykü Ödülleri açıklandı. İki büyük ödülü Osman Şahin ‘Kırmızı Yel’ ile Ümit Kaftancıoğlu ‘Dönemeç’ adlı kitabıyla kazandı.” Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde “Edebiyatımızda taze kanlar” başlığıyla fotoğraflarımızı yayınladılar. Türk edebiyatına girişimiz paraşütle, havadan iner gibi oldu.
O zamanlarda Anadolu edebiyatına karşı bir cephe var.
Sait Faik’i hep sahiplendiler. Sait Faik zenginleri hiç sevmez. Sait Faik sizin değil, bizimdir.  O kadar alçak gönüllü bir adam. Sait Faik’in “İnsanı sevmekle başlar her şey” sözünü söylüyorlar. Peki siz niye sevmiyorsunuz Anadolu insanını… Anadolu yazınını sevmiyorsunuz. Yaşar Kemal, bir dinleseniz... Abidin Dino TKP Davası nedeniyle sürgüne gönderildiği Adana’da keşfetti Yaşar Kemal’i… Ortaolkul ikinci sınıf öğrencisi, bir gözü görmüyor… Yaşar kemal bir halk ozanı. Eğer Abidin Dino el atmasaydı halk ozanı olarak kalacaktı. Abidin Dino, Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni olan bir arkadaşına “Sana birisini gönderiyorum. Anadolu’yu karış karış biliyor” diyor. Yaşar Kemal öyle geliyor İstanbul’a. Fotoğraf makinesi verip Anadolu’ya gönderiyorlar. İstanbul burjuvası Anadolu’yu ilk defa Yaşar Kemal’in röportajlarıyla öğrendi. Destansı bir anlatışı var.

-Siz kendinizi nasıl kabul ettirdiniz?

Ben biraz şanslıydım galiba… TRT Ödülü’nü aldıktan sonra Doğan Hızlan benimle ilk röportajı yaptı. Röportaj sırasında dizlerim titriyordu.
Daha sonra da Adnan Özyalçıner benimle röportaj yaptı. Cumhuriyet gazetesinde İlhan Ağabeyin odasında Ümit Kaftancıoğlu ve benimle bir röportaj yaptı. “Kendinizi tanıtır mısınız?” sorusuna verdiğim yanıt da çok beğenildi: “Kıraç yerlerde domates fidesi biter ya hani… Bakanı, sulayanı, çapalayanı yoktur. Bir iki tane domates vardır dallarında… Avucunuzda sıktığınızda bir avuç çekirdek çıkar. Hemen hemen hepsi döldür. Çünkü bitkinin geleceğine güveni yoktur. Onun için çok çekirdek üretir. Benim ailem bu domates fidesine benziyor. 13 kardeşiz. Her türlü bakımı yapılan, 9-10 kilo domates veren fidelere bir bakın, çekirdeği çok azdır” Diyalektik, hayattan öğrendiğim bu… Çok beğenildi. Ödül alan kitabım hemen basıldı. 3 ay içinde ikinci baskıyı yaptı…
Hem iki baskıdan, hem de öykümün film hakkını satın alan Yılmaz Güney’den gelen paralarla Kadıköy’de oturduğum bu evi aldım. Yıllardır seçici kurullarda görev alıyorum. Gelen her dosyayı da okuyorum. Yaklaşık 4 ay süresince bu dosyaları okuyorum. Artık edebiyatta Anadolu çok az. Hep bunalımı yazıyorlar. Çekmeceleri çekilmiş yazarlar… Köpeği 100 metrelik bir ip ile ağaca bağlarsınız, ağacın etrafını dolanır, sarar, sonunda kımıldayamaz hale gelir. Bazı yazarları da ona benzetiyorum. Yani toplum ile ilgisini kesmiş… Yazar aydın olmak zorundadır.
  
KİBAR FEYZO’NUN YARATICISI
Osman Şahin, aynı zamanda Türkiye’nin önde gelen senaristlerinden biri. Bugüne dek, yirmi üçü çekilen otuz film icin senaryo yazdı. Bu filmler, Türkiye’de ve yurt dışında otuzun üzerinde ödül kazandı. Şahin, kitap ödüllerinin yanında, Türk Sinemasına verdiği emekten dolayi Ankara Uluslararası Film Festivalinde “Aziz Nesin” Emek ödülü ve 36. Antalya Film Festivalinde “Yaşam Boyu Başarı” ödülleri kazandı. Şahin’in öykülerinden uyarlanan filmler ve senaryosunu yazdığı filmler şunlar:

Eserlerinden Uyarlanan Filmler

-YAĞMURDAN SONRA, 2008, Yönetmen: Faruk Turgut 
-KURŞUN ADRES SORMAZ, 1992, Yönetmen: Bilge Olgaç
-AŞKIN KESİŞME NOKTASI, 1990, Yönetmen: Bilge Olgaç
-GÖMLEK, 1988, Yönetmen: Bilge Olgaç
-ZİNCİR, 1987, Yönetmen: Korhan Yurtsever
-GÜLÜŞAN, 1985, Yönetmen: Bilge Olgaç
-KERİZ, 1985, Yönetmen: Kartal Tibet
-AYNA, 1984, Yönetmen: Erden Kiral
-FİRAR, 1984, Yönetmen: Serif Gören
-DERMAN, 1983, Yönetmen: Şerif Gören
-TOMRUK, 1982, Yönetmen: Şerif Gören
-ADAK, 1979, Yönetmen: Atıf Yilmaz
-KİBAR FEYZO, 1978, Yönetmen: Atıf Yılmaz
-FIRAT'IN CİNLERİ, 1977, Yönetmen: Korhan Yurtsever
-KIZGIN TOPRAK, 1973, Yönetmen: Feyzi Tuna
 
Senaryolar:
-AVCI,1997, Yönetmen: Erden Kiral
-ZİLLER, 1994, Yönetmen: Eser Zorlu
-DÖNÜŞ, 1988, Yönetmen: Faruk Turgut
-İPEKÇE, 1987, Yönetmen: Bilge Olgaç
-SU, 1986, Yönetmen: Erdoğan Kar
-KAN, 1985, Yönetmen: Şerif Gören
-KURBAĞALAR, 1985, Yönetmen: Şerif Gören
 
 
 
 

ARŞİV