Bu haber, hem sinema hem bir kaçış hikayesi. Beyaz yakalı iken film yönetmeni olan Osman Moustafa ve ilk filmi Marlon’u anlatacağız. Almanya doğumlu bir Yunanistan vatandaşı (Batı Trakya Türkü) olan, okumak için geldiği İstanbul’da Kadıköy’ü çok severek buraya yerleşen ve 21 yıldır burada yaşayan Moustafa ile filmine sahne olan çok sevdiği Kadıköyü’nde görüştük.
Eğitimim işletme üzerine. 12 yıl (yarısından fazlası yönetici pozisyonlarında) beyaz yakalı olarak uluslararası enerji şirketlerinde çalıştım. İnsan değişir... Önceleri şirketlerde çalışıp kariyer yapmak isteyen biriydim. Oldum da, müdür de oldum. Şirket arabası, cep telefonu, iyi bir maaş, iş gezileri… Her şeyim var ama mutlu değildim. Kendimi hiçbir zaman o dünyaya ait hissetmedim. Hayatla ilgili üretimde bulunmak istiyordum. Baktım 30'lu yaşların ortalarına geldim. Ve biliyorum ki bu dünyaya bir kez daha gelen yok! Böylece tutkum olan sinemaya yöneldim. Kendimi eğitme sürecim birkaç yıl sürdü, 2013’te her şeyi bıraktım ve sadece sinema ile ilgili işler yapmaya başladım. kendime ekipman alıp, pratik için küçük kısa filmler çekmeye başladım. Bunlar 2 yılda oldu. Sonra Yunanistan'da uzun metrajlı bir filmde görüntü yönetmenliği yaptım.
Evet, geçen yaz çektik. Aslında başka bir film üzerine çalışıyorduk ki darbe oldu. Benim de aklımda bu yaz Marlon’u çekmek vardı zaten. Olağanüstü Hal’de, parasız bir şekilde, tüm ekibin desteğiyle gönüllülükle, 17 iş gününde çektik filmi.
İstanbul'da oyunculuk yaparak var olmaya çalışan, Marlon Brando hayranı Mert (Marlon), büyük bir sinema filminin hayalleri ile seçmelere girip çıkıyor. Bir gün, ona platonik aşık olan menajeri Göknil, beklenen projeyi buluyor. Seçmeler esnasında tanıştığı Bade'nin peşine düşen Marlon, bir yandan da Göknil'i idare ediyor. Ancak büyük projesini bulan tek kişi Marlon değil. Tv kanallarına senaryo yazan ev arkadaşı Serkan'ın da hayatı değişmek üzeredir. Marlon'la çevresindekileri ile yakın gibi görünen uzak ilişkileri komik hayallerle dolu dünyasıyla içiçe geçmiş şekilde yürüyor ta ki Bade'yi bulana kadar!
Marlon, insanlığın bazı defolarıyla ilgili. Etrafımda bir sürü insan gözlemliyorum hiçbiri aynaya bakmak istemiyor! Kendisini olmak istediği bir yerde gerçekten oradaymış gibi görüyor ama öyle değil! Aynayı karşısına koyup gerçeği gösterdiğin zaman da hırçınlaşıyor. Ayrıca insanlar ellerinde bulunanlara (mal mülk değil, etrafındaki insanlar onları seven insanlar) gereken değeri vermiyorlar. Sürekli dışarıda farklı değerler arıyorlar. Bence bu durum insanlığın bir zayıflığı.
Evet. ‘Ben iyi oyuncuyum, sadece sinema filmi yaparım, ne tenezzül edeyim ki dizilere’ filan kafasında. Ama aslında görüyoruz ki filmde, kırılgan bir yapısı var. Evde arkadaşlarının yanında kendini yüksek görüyor ama dışarı gittiğinde çok eziliyor. Hiç çalışmadan çok iyi şeyler yapacağını düşünen bir adam. Etrafındaki güzel şeyleri de görmezden gelip elinin tersiyle itiyor. Hep dışarıda başka şeyler arıyor. Ve sonra o dışarıda bulduğu şeylerin aslında o kadar da içten, o kadar da güzel olmadığını, kendine ayna tutulunca görüyor ve bozuluyor.
İnsanlar biraz düşünsünler, kendilerine baksınlar istiyorum. Çünkü şehirdeki bu kadar koşturmaca içinde kendi hayatlarını düşünmüyorlar. Bir trene binmiş gidiyorlar. Hayat bu değil. Bir kafanın kaldır etrafına bak, insan olarak kendini gör. Filmden çıktıktan sonra bir düşünsün kendisiyle ilgili, bu bana yeter.
Kesinlikle evet. Sadece konuşmakla, ‘Ben oyum buyum’ demekle değil yaptığın işlerle ne olduğunu gösteriyorsun. Bizzat kendim de, keşke demeyecek şekilde elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.
İnsan kendisi film yapınca, bir de özellikle imkansızlıklarla yaptığı zaman, ‘Benim filmime kim bakar, anlarlar mı anlatmak istediğimi falan…’ gibi endişeleri oluyor. Hayalimin çok üstünde tepkiler oldu, hiç beklemiyordum. Zaten almak istediğim tepki ‘Osman muhteşem gösterişli bir film yapmışsın’ değil. ‘Beni düşündürdü bu film’ desinler, o benim için çok değerli.
Onların film için ilk söyledikleri şey ‘Keşke daha ünlü yüzler oynasaymış...’ Filmin anlatmak istediğiyle kimse ilgilenmiyor. Konuyu anlatınca da filmin felsefesi var diye hemen ilgileri dağılıyor çünkü kimse felsefeyle ilgilenmiyor.
İyi filmler yapılsın, farklı sesler de olsun, değişik hikayeler de anlatılsın, Türk sineması gelişsin. Ama kimse bu çabada değil. ‘Aynı şeyi kopyalayıp kopyalayıp, 52 hafta boyunca salonlara koyalım, yeter ki para kazanalım’ mantığı var.
Ben paracı bir insan değilim. Bu filmden çok beklentim de yok, ikinci filmi yapmama kapı açsın yeter. Gişe filmi yapayım da çok para kazanayım derdinde değilim. Ben bağımsız bir insanım. Kimsenin ne düşündüğü önemli değil, anlatmak istediğimi şeyi anlatmaya çalışıyorum. Filmimin main stream (anaakım) değil art house (sanat filmi) olduğunu söyleyenler var. Türkiye'deki festival , sanat filmleri de şöyle; durgun, insanların camdan dakikalarca dışarı baktığı veya kameranın fotoğraf çeker gibi bir görüntüyü dakikalarca bize gösterdiği, insanların çok az konuştuğu filmler. Konu olarak da aslında biz şehirlilerin çok da umrunda olmayan ama entelektüeliz ya, başkalarının derdiyle ilgilenmemiz gerekiyor diye bizi köy, Anadolu kökenli dertlere mecbur eden filmler…
B planım yok. Başvurduğum festivallerden ne çıkar bilmiyorum. Ama sonunda hiç olmadı internete koyarım filmli, seyretsin insanlar...
Evet bedava! Filmleri insanlar seyretsin diye yapıyoruz evde saklamak için değil ki. Ne yapayım salonda seyredemiyorsa internette seyretsin bari. Çok umrumda da değil açıkçası, bir şekilde seyredecek insanları bulur o film. Ben ondan para kazanırım veya kazanmam fark etmez. İkinci film için kaynak sağlarsa tabii ki iyi olur. Olmuyorsa da ne yapayım yani. Filmi ben o adamlar için çekmiyorum ki. Farklı bir değer yaratmaya çalışıyorum. felsefi görüşümü yansıtmaya çalışıyorum. Bu para etmiyorsa Türkiye'de, benim yapabileceğim bir şey yok. Ben, para yapan işlere dönmem, öyle bir insan değilim. Ben de öyle ilkel bir karakter bulayım, yeni bir Recep İvedik yaratayım demem. Ben kendi filmlerimi yapmaya devam ederim, ileride bir gün para ederse eder. Marlon belki kült filmler listesine giremez ama Osman’ın kült filmi o... (gülüyor)
Göztepe'de Marmara Üniversitesi'nde okudum. O dönemde Kadıköy'ü çok sevdim. Annemlere ben burada yaşamak istiyorum ev alalım dedim, aldık. O zamandan beri de hiç ayrılmadım buradan. Bütün mesafeleri Kadıköy'e göre ölçüyorum. Fenerbahçe stadı bizim sınırımız, oradan sonrası uzak.
Tüm ekip Kadıköy'lü. Filmin tüm sahneleri Kadıköy'de çekildi. Galası da Kadıköy'de yapıldı. Bir bağımsız Kadıköy filmi. Zaten tüm filmlerim Kadıköy'de geçiyor, benim evim burası.
Senaryo yazarken mekan seçerken sürekli Kadıköy'deki mekanları seçiyorum.
Bundan 2 yıl önce çekmeye kalkıştığım ve olmayan sonra kenara attığım bir senaryom var. Adı ‘Kadıköy’de Yokuş Aşağı.’ Aslında ilk o filmi çekmeye çalışmıştım. Ama şimdiki çalıştığım oyuncalara uygun bir senaryo değil, farklı tipte oyunculara ihtiyacı olan bir film. O yüzden onu çekmedim ama hiçbir zaman çekmeyeceğim diye bir şey yok. Belki sıradaki film o olur.
Kadıköy'de salon bulursak tabii ki isterim. Filmin gösterime girmesine gerek de yok, ilgi varsa ben seve seve getirir gösteririm.