Özcan Alper: “Vicdan hukukla garanti altına alınır”

Ödüllü Karanlık Gece filminin yönetmeni Özcan Alper “Vicdan dediğiniz şey en nihayetinde bir hukuk sistemiyle garanti altına alınır. Hukuk sistemi çalışmamaya başlayınca toplumsal vicdan bir şeye yaramıyor” diyor

05 Mayıs 2023 - 08:47

Özcan Alper’in dördüncü uzun metrajlı filmi Karanlık Gece, geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini alan filmin senaryosunu Özcan Alper ve Murat Uyurkulak birlikte yazdı. Berkay Ateş, Cem Yiğit Üzümoğlu, Pınar Deniz, Taner Birsel, Sibel Kekilli’nin rol aldığı film küçük bir kasabada yaşanan linç olayını konu ediyor. Kadıköylü yönetmen Özcan Alper ile kolektif kötülüğü anlatan filmin çıkış öyküsünü ve aşamalarını konuştuk.

* Karanlık Gece fikri nasıl doğdu? 

Ülkedeki politik sertleşme, kendinden olmayanın çok kolay düşman haline getirilmesi, bazen etnik, bazen dinsel kimliğinden, bazen cinsel kimliğinden dolayı insanların çok kolay hedef gösterilebilmesi ve bunun gündelik hayatımızda, sokakta çok fazla bununla ilgili emarelerle karşılaşmamız beni bu ülkede yaşayan biri olarak düşünmeye ve yazmaya itti. Film kasabada geçiyor ve kasabaya gelen bir gencin yavaş yavaş ötekileştirilmesi üzerine gelişen bir linç eylemini anlatıyor

“İNSANIN İÇİNDE BİR KÖTÜLÜK HİSSİ VAR”

* İnsanlar genellikle kötülüğü başkasının üzerine atma eğilimindedir. En kötü olan da genellikle politikacılardır. Film bu klişenin dışında. Bir de biz ne zaman bu kadar kötü olduk diye de yakınırız. Film bu meselelere başka bir yerden bakıyor. Kötülüğün kolektifleşmesi yeni mi?

Sadece ötekini kötü görme ve iyiliği sadece kendimizde görme mevzusu Türkiye toplumunda çok yaygın. O yüzden senaryo sürecinde de kötülüğü sadece bir gruba atmak değil de bu kötülüğü dağıtma hepimiz adına sorumluluk üstlenmekti. Bir siyasal ya da bir etnik, dinsel grubu sadece kötü olarak göstermek gibi bir derdim yoktu. Derdim, diğer üç filmin de bir devamı olarak toplumun damarlarına işlemiş kötülük meselesini anlamak, film aracılığıyla konuşmak tartışmak. Murat Uyurkulak’la da iki yıla varan bir zaman bunu konuştuk. Biz elbette yaşadığımız coğrafyadan bakıyoruz ama kötülük meselesi çok evrensel bir şey. İnsanın içinde hâlâ çözümlenememiş bir kötülük hissi var. Yani insan dediğimiz varlık maalesef mutlak iyi ve mutlak kötü değil. İnsanlık tarihi de aslında biraz bunun üzerinde şekilleniyor. Bu Habil Kabil'den beri en çok tartışılan meselelerden biri. Biz elbette Türkiye'deki linç olaylarını anlamaya çalıştık. Burada da her yerde olduğu gibi kötülük meselesini sosyolojik, psikolojik ve siyaset bilimi açısından konuşmak gerekiyor. Biz hikâyemizde meseleyi örneğin derin devlete ya da var olan iktidara bağlayıp çözebilirdik ama sadece öyle olmadığını biliyoruz. 

Türkiye’de bu tarz durumlara baktığımızda benim en çok gördüğüm şeylerden biri, bir özgüven eksikliği meselesi olduğu. Bunun yanında iyi olana, başarılı olana karşı garip bir haset duygusu var. 

“VİCDAN HUKUK SİSTEMİ ÇALIŞTIĞINDA İŞLER”

* Politik iklimin kolektif kötülüğe nasıl bir etkisi var? 

Son beş yıldan örnek verelim. İktidar kendi var olan düzenini sürdürmek için bir kere her türden ötekileştirmeyi çok rahat yapabiliyor. Toplumdaki bu kolektif kötülüğü engelleyecek şey toplumun vicdanı. Ama vicdan dediğiniz şey en nihayetinde bir hukuk sistemiyle garanti altına alınır. Bir devleti devlet yapan hukuk sistemidir. Hukuk sistemi çalışmamaya başlayınca toplumsal vicdan bir şeye yaramıyor. Mesela Rabia Naz olayı, doğrudan politik gözükmese de bir suçun üzerinin örtülerek adalet arayışının hukuk sistemiyle bambaşka bir şeye çevrilmesinin örneği. Ortada bir suç var ama sürekli birileri üzerini örtmeye çalışıyor, çünkü bizim filmde de anlattığımız gibi herkes bu kolektif suçun içinde. Ve çaresizce adalet arayışında olan bir baba, hukuk sistemi çalışmadığı için tımarhaneye kapatılmaya çalışılıyor. Ya da Şenyaşar ailesini düşünelim. Bir hastane içinde bir aile korkunç bir şekilde, kafaları parçalanarak katledildi. Ve bir anne çaresizce adalet arıyor. Filmi ithaf ettiğim Kadıköy’de arkadaşımız Nuh Köklü’nün öldürülmesi bile kötülüğün sıradanlaşması ile ilgili başlı başına korkunç bir örnek. 

Kısaca toplumsal vicdan hukuk sistemi çalıştığı zaman işleyebilecek bir şey. 

* Film nasıl aşamalardan geçti? 

2015 sonrası yazmaya başlamıştım. Hikâyeyi ilk kendim çalıştım. Arkadaşım Bülent Usta ile beraber daha çok tartışıyorduk. Hikâyeyi yazdıktan sonra Murat Uyurkulak ile paylaştım ve onunla çalışmaya başladık. Yaklaşık iki yıl senaryoya yoğunlaştık. 2019’da çekimlere başladık. İki farklı zamanda çekecektik fakat araya pandemi girdiği için uzun bir süre ara vermek zorunda kaldık.

* Oyuncu seçimi süreci nasıl gelişti?

Bazı oyuncuları senaryonun oturduğu zamanlarda konuşmaya başlamıştık. Başrol oyuncuları kafamızda netleşmişti. Kasabadaki karakterleri oluşturan genç rolleri oynayan oyuncuların hiçbirini tanımıyordum. Kast direktörümüz Songül Karaaslan ile beraber yoğun ve uzun bir çalışma geçirdik. Üç- dört ay içinde 40-50 civarında tiyatro oyununa gittik. 400’e yakın kişi ile deneme çekimi yapıldı. Uzun ve yorucu ama çok önemli olduğunu biliyorduk. Çünkü Berkay ve Cem'in oynadığı başrollerin dışındaki diğer oyuncuların- yan kast dediğimiz- inandırıcılığı ve gerçekliği film açısından çok önemliydi. Bunun farkındaydık, bu yüzden çok acele etmeden, çok uzun, verimli bir çalışmayla gerçekten iyi bir ekip kurduk. İyi ki de öyle olmuş.

“HER YERDE YAŞANABİLECEK BİR HİKÂYE”

* Çekim için neden bir kasabayı tercih ettiniz?

Daha görünür olduğunu düşündüğüm için. Elbette bu hikâye kentte de geçebilirdi ama kentte birbirimize daha dokunmadan ilerliyoruz. Belki de ben 18 yaşına kadar öyle bir yerde yaşadığım için o ilişkileri orada daha rahat anlattım. Böyle şeyler sadece kasaba yaşanır gibi bir düşüncem yok. Tam tersine Türkiye insanının her yerde yaşayacağı bir hikâye.

* Film Emin Alper’in Kurak Günler filmine benzetildi. Bu denk gelme ile ilgili ne söylemek istersiniz?

(Gülüyor) Buradan da belki haset bir şey bekleniyor ama öyle bir şey yok. İkimizin aynı kuşaktan olması ve soy isim benzerliğimiz de benzetiliyor. Onlar gösterime daha erken girdi ama biz filmi daha önce çekip bitirmiştik. Herhalde ülkedeki politik atmosfer böyle filmler yapılmasına neden oluyor. Ankara Film Festivali’nde Taner Birsel’le Fransa- İspanya ortak yapımı olan Canavarlar isimli bir film izledik. Ve çok şaşırdık çünkü o filmler de o kadar benzerlikler vardı ki. Sanırım bu mesele, özellikle ırkçılık, çevre meselesi tüm dünyada daha çok konuşuluyor.

* Daha önceki üç filminiz hatta dört filminiz de geçmişle hesaplaşma üzerine. Özcan Alper’in geçmişle ne gibi bir meselesi var?

Bu tür hikâyelerden de biliyoruz ki Türkiye’de ciddi bir geçmiş ve yüzleşme sorunsalı var. Yeni bir yıla, yüzyıla başlamak için öncelikle geçmişle hesaplaşmalıyız diye düşünüyorum. Kendimle ilgili de Karadenizli olmama rağmen çocukluğumdan itibaren öteki olma ruh halini yaşayıp gördüm. Belki çocukluğumdan beri bunların farkında olduğum, dert ettiğim için bu meselelere takılıyorumdur. 

Aslında tartışmaya bile gerek kalmadan bazı temel hak ve özgürlüklerin, evrensel insan hakları dediğimiz her şeyin esasen anayasal olarak garanti edilmiş olması gerekiyor. Bu ülkede yaşayan herkesin kendini özgür ve eşit görebilmesinin ancak böyle sağlanabileceğini düşünüyorum. 

* İlk filminiz Sonbahar politik bir filmdi. Bu tür politik meseleleri anlatan film çekmek arasında o günden bugüne neler değişti? Mesela bugün Sonbahar’ı çekebilir miydiniz?

Çekebilirdim. Çünkü Çekmek istediğim filmlerde hiçbir zaman sansür, oto sansür, baskı olur gibi meselelere takılmamaya çalıştım. Önemli olan sizin ne yapmak istediğinizdir. Yapmak istiyorsanız, imkânlarını yaratırsınız. 

* Film çekmenin zorlukları artmadı mı?

Evet zorlaştı. Film yapmak gerçekten daha zor. Sinema ekonomiyle ilişkisi olan bir sanat dalı. Nasıl ki ekonomik olarak biz son on yılda yirmi kat fakirleştik. Film yapmak yirmi kat daha zor tabii ki. 

* İlk filmde bakanlıktan destek almış mıydınız?

Evet almıştık. İkinci filmde muhtemelen birinci filmden dolayı aldım. Üçüncü filmde alamadım ama alamamanın ötesinde Gürcistan'dan gelecek olan desteği de engellediler. Bakanlık desteği bir siyasi iktidarın denetiminde olmaması gerekir. Bu kurumun bağımsız ve özerk olması gerekir. 

* Bir seçim sürecindeyiz. Sinema ve genel olarak Türkiye'deki kültür politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cumhuriyet tarihine baktığımızda özellikle Hasan Ali Yücel’in hem çeviri bürosunu kurması hem de köy enstitüleri projeleri dışında kültürel olarak maalesef çok kayda değer bir çalışma yok. Türkiye’ye yapılacak en büyük iyilik Cumhuriyet’in 100. yılında bence buna benzer bir yaklaşımın yeniden modernize edilmiş halini hayata geçirmek. Türkiye’nin her yerinde yüzlerce çok donanımlı kent kültür evleri açıklanabilir. Sinema filmlerinin gösterildiği, her ay bir yazarın konuk olduğu, tiyatro oyunları ve konser turnelerinin olduğu aktif kültür merkezleri açmak. Açıkçası kültür bakanı olsam ilk yapacağım şey böylesi bir kültürel hareket başlatmak olurdu. Çünkü şunu biliyoruz ki; sanatla tanışan insan utanç duymayı öğrenir, empati kurmayı öğrenir. Ve asla ırkçı biri olmaz. 

“DOĞA BİR KARAKTER”

* Filmlerinizde doğayı çok iyi kullanıyorsunuz, doğa başrolde gibi. Doğanın Özcan Alper üzerinde nasıl bir etkisi var?

Mekânı sinemada karakter olarak kullanıyorum. Bazen başrol oyuncularına bile “başrol sen değilsin, mekânın kendisi” diyorum. Aşıklar Bayramı’nda bir sahne için iki saatlik yol yapıp Bingöl’e geri dönmüştük. Kıvanç (Tatlıtuğ) niye iki saat geri geldik diye sormuştu. Ben de filmi izleyince anlarsın demiştim. Filmi izledikten sonra “senin ne demek istediğini sahneyi izleyince anladım” dedi. O sahne orada çekilmeliydi. Karanlık Gece için konuşursak obruklar sadece bir motif ya da metafor değil, aslında bir karakter. Filmde de hep öyle kullandım. 

* Biz sonu iyi biten kitapları ve filmleri severiz. Karanlık Gece’nin sonu iyi bitmiyor. Bu filmi izleyen biri, filmden çıktığında ne düşünsün istersiniz? 

Filmlerimin sonu karamsar gibi gözükse de kendi içinde çok umutlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü o umudu o filme gelip izleyen seyirciye bağlıyorum. Filmi izleyen bir insanın kolayca galyana gelmeyeceğini, ötekileştirme kolaylığına düşmeyeceğini umuyorum. Filmden çıkan seyirci için belki de en çok isteyeceğim şeyde bu olur. 

  • **Özcan Alper fotoğraflar: Hasan Aydın

 


ARŞİV