Hapiste yatan gazeteciler ve yazarlar nedeniyle Türkiye’ye gelmeyeceğini açıklayan ABD’li Yazar Paul Auster’in adıyla başlayan ateşli tartışmalar devam ederken, Auster yeni kitabının tanıtım afişiyle Kadıköy’e gelmişti bile… Kadıköylüler, Mühürdar’da bulunan Auster’in afişi ile tartışmalara katılırken, Gazete Kadıköy yazarları Dersim Özel, Sercan Duygan ve Ulaş Yılmaz, “Auster’i nasıl anlamalıyız?” sorusuna yanıt aradılar.
Hava çok soğuktu, Kadıköy sokaklarındaydık, 100’den fazla gazeteci cezaevindeydi, en sevdiğimiz kitabevinin caddeye bakan duvarıydı, Paul Auster’i gördük ve fotoğraf çektirdik…
Paul Auster’in yeni çıkan kitabı Kış Günlüğü ile ilgili verdiği röportajda “Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum! Kaç kişi oldu? 100’ü geçti mi?” deyince ortalık karıştı. Muktedir seslendi “Hah, biz sana çok muhtaçtık. Niye gelmedin? Aman gel, ne olur gel. Gelsen ne olur, gelmesen ne olur? Türkiye irtifa mı kaybeder? Sen ne cahil adamsın?”
Mevzu, yaşadığımız gerçeklik idi. Denetleme mekanizmasının bir ayağı olan basının iktidarın çizdiği sınırlar içinde olması gerekiyordu. Bu sınırların dışına çıkanlar, olması gereken ile olan arasındaki farkı gösterenler iktidar mekanizmasını zorluyorlardı. İktidarın doğası gereği olması gereken oldu. Kendi doğrularının mutlak doğrular olduğuna inanalar her şeyin istedikleri gibi olması için teferruatları eliyorlardı. Adını sanını bildiklerimiz sahipliydi, bilmediklerimiz ise sahipsiz.
AUSTER’I ANLAMAK
Söyledikleri ne olursa olsun, üzerine ek yapılmayacak ve sadece söylediklerinden dersler çıkarılacak kişiler var mıdır? Söyledikleri üzerine sadece düşünmemiz gereken yaşayan birilerini örnek vermek istediğimizde, akla ilk gelen isimler, yazarlar ve düşünürler vardır elbette, olması da gerekir. Yarın, gazetede Umberto Eco’nun bir konu hakkında yorum yaptığını okusak, konu ne olursa olsun bize ne anlatmaya çalışıyor diye düşünmeye koyulmamız gerekmez mi? Bu kadar ciddiye alma sebebimiz elbette daha önce yazdıkları, tutarlılığı ve entelektüel birikimi olacaktır. “Gülün Adı”nı okumuş her yaşayan, Eco’ya saygı gösterme zorunluluğunu hisseder gibi geliyor. Eco Hıristiyanlıkla ilgili yorum yaptığında biri çıkıpta Eco’yu cahillikle suçlarsa söylenecek tek cümle git “Gülün Adı”nı oku olacaktır. Entelektüel kişi, kapsamlı bilgi ve birikim gerektiren soyut konularla derinlemesine ilgilenen kültür ve sanat konularında uzman kabul edilen, bu konulardaki bilgisi, birikimi kültürel bir otorite olmasına olanak sağlayan ve toplum karşısında çeşitli konularda değerlendirmeler yapan olarak tanımlanabilirse, Eco onlardan biridir diye rahatça söyleyebiliriz. Sadece Eco değil elbette entelektüel birikimi olan işleri düşünmek ve yeni bir dünya yaratıp kurgulamak olan yazarlar bu birikimi insanlara aktarmak istediklerinde cevap vermek istersek bir daha düşünmek gerekiyor sanırım. Cevap vermedeki duraksamanın süresi yazara veya düşünüre göre değişecektir elbette. Bugün gazetede Milan Kundera bir açıklama yapsa yapılacak en sağlıklı şey söylediklerini düşünüp dersler çıkarmak olacaktır? Örneğin Kundera Irak’taki savaş hakkında yorumda bulunsaydı onun sözleri üzerine yorum yapar mıydık veya Amerikalı bir bakan çıkıp Kundera’ya savaştan anlamadığını söyleyip, demokrasiyi yerleştirme amaçları hakkında demeç verseydi, o bakan hakkında neler düşünürdük? Daha da ileri gidip savaştan anlamadığını söylese, o akıllı bakanın reçetesi de hazır “L’ignorance”. Kitabı okursa o bakan pek fazla kişinin suratına bakamaz hale gelecektir zaten. Sorun da burada başlıyor elbette. İnsanların suratına baka baka, insanları düşünceleri ve ya ifadelerinden dolayı; kişiliklerini ve hayatlarını yargılamak. Boş bakan insanlara diyeceğimiz şey yok zaten.
Tekrar konumuza “İnsanların sizi dinlemesi ve önemli addetmesi için ne gerekir”e dönersek: Savaş karşıtı duruşunu One Ring Zero’nun bestesini yaptığı King George Blues’ta gösteren ve George Bush’u ve onun savaş politikalarını eleştiren şarkının sözlerini yazan, Bush’a “Baştan ayağa her yerin öyle korkutuyor ki beni / Nasıl bu kadar kötü olabiliyorsun?” diye soran ve romanları, şiir kitapları, senaryo yazarlığı olan, yönetmenlik yapan, Günter Grass, Arthur Miller ve Mario Vargas Llosa’a da verilen Prince of Asturias ödülünün sahibi, Jean-Paul Sartre, Stéphane Mallarmé, Joseph Joubert gibi Fransız edebiyatının başarılı isimlerinin eserlerini, yaptığı İngilizce çevirilerle Amerika’da bastıran, yirminci yüzyıl Fransız şiiri üzerine önemli bir antoloji yayınlayan ve Nobel edebiyat ödüllerinde sık adı geçen, yazdığı kitaplar her yıl prestijli gazete ve dergilerde ilk 10’da olan bir yazar Türkiye hakkında bir yorumda bulunuyorsa durup düşünmek gerekir sanırım.
Auster siyasi ve dini açıklamaları olmayan, kitaplarının kurgusunda da pek kullanmayan bir yazar. İlk büyük çıkışını yaptığı “New York Üçlemesi” serisinde kullandığı dedektif edebiyatını ki bu üçleme türünün en iyi örneklerinden biridir, kendi varoluşsal sorunlarını da içine katarak her seferinde birbirinden farklı, kaliteli edebiyatla okuyucularını buluşturmuş eşsiz bir yazar. Bu birbirinden farklı sözünü biraz açmak gerekiyor, burada zira Auster’ın kitapları konu ve anlatım olarak pek çok kitaptan ve birbirlerinden oldukça farklı. Şans öğesini neredeyse bütün kitaplarında kullanan yazar, birbirine konu olarak benzemeyen; fakat ruhları aynı olan eserleri yaratmaya devam ediyor. Hikâyelerindeki tesadüfler ne kadar garip olursa olsun, her seferinde inandırıcı olmayı başarıp etkilemiştir beni. Bunlar dışında yazarın asıl büyük tarafı; pek çok sanatçıda görülen, belki de doymuşluğa bağlı düşüş Auster’da henüz yaşanmadı. Zaman onu daha da güçlendirdi desek yalan olmaz. “Ay Sarayı” ne kadar güçlüyse “Görünmeyen” bir o kadar güçlü. “Kehanet Gecesi”nin damaktaki tadı “Sunset Park”ta da var.
Paul Auster’ın amcası, Allen Mandelbaum, yetenekli bir çevirmen olup, Avrupa seyahatine çıkarken çevirdiği yüzlerce kitabı Auster’lara bırakınca Paul Auster bu kitaplar sayesinde edebiyat dünyasıyla tanışıp, şiirler yazmaya başladı ve amcasıyla kurduğu bu yakınlık, yazar olarak gelişmesinde oldukça etkili olduysa da babasını kaybetmesi de aynı ölçüde etkili olmuştur. Yalnızlığın Keşfi anı-romanından alıntı yaparsak:
“Babamın arkasında hiçbir iz bırakmamış olduğunu fark etmiştim… En derinlikli en değişmez, anlamıyla görünmeyen bir adamdı o. Başkalarına görünmeyen, büyük olasılıkla kendine de görünmeyen. O yaşıyorken onu arayıp ortada olmayan bir babayı bulmak için uğraştıysam, öldükten sonra da bu arayışı sürdürmem gerekiyormuş kanısındayım. Ölüm hiçbir şeyi değiştirmedi. Tek farkı artık zamanımın olmaması.”
Yeni bir dünyayla tanışmak isteyenlerin tereddütsüz başlaması gereken bir yazar olan Auster, karakterlerini ete kemiğe büründürmedeki maharetiyle çoğu insanı şaşırtsa da yazdıklarını basit ve kolay yazılır bulanlar da var. Biz onlara cahil mi diyoruz? Hayır. Ne diyoruz? Hiçbir şey. Çünkü bir şey söylemek zorunda değiliz. Cevap vermeyişimiz bizim büyüklüğümüzden kaynaklanmadığını ve farklı fikirlerin olacağı düşüncesini kabullendik uzun zaman önce. Bu kabullenişin uzağında olan ve böyle bir kabullenişin olduğunu bile bilmeyen, içi ve kafası dolu olanların tarafını reddedip etrafına boş bakanların hükümdarlığı sona erince belki bir şeyler değişir.
Dersim ÖZEL