Polisiye yazarı Türkekul’a veda…

Kadıköylü polisiye yazarı Esra Türkekul, yaşamını yitirdi. “Kapalıçarşı Cinayeti” ve “Cadıbostanı Cinayeti” romanlarının yazarı olan Türkekul (50), Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümü mezunuydu, bankacılık ve finans sektöründe çalışmış, profesyonel turist rehberliği yapmıştı. Türkiye’nin önde gelen kadın polisiye yazarlarından olan Türkekul ile 2016 yazında yaptığımız röportajı anısına tekrar yayınlıyoruz...

15 Şubat 2019 - 16:03

Caddebostan’da gizemli cinayet!

Kadıköylü polisiye yazarı Esra Türkekul, ‘Cadıbostanı Cinayeti’ adlı romanında, okuru Caddebostan’da katilin peşinde iz sürmeye davet ediyor

18.yy dek asker kaçakları, hırsızlar, bilumum kanundışı kişilerin saklandıkları bir yer olduğu için ‘Cadı bostanı’ diye anılan denilen Caddebostan’ da geçtiğimiz aylarda bir cinayet işlendi,  sahilde bir erkek cesedi bulundu…

Ama neyse ki bu cinayet sadece bir kurgu idi, Kadıköylü polisiye yazarı Esra Türkekul'un hayal ve yazım gücünün ürünü. İlk kitabı ‘Kapalıçarşı Cinayeti’ ile suç edebiyatına giriş yapan Türkekul, şimdi de ikinci romanı ‘’Cadıbostanı Cinayeti’’ ile karşımızda. Bu kitapta da, ilkinde olduğu gibi amatör dedektifimiz Berna yine kendini bir cinayet soruşturmasının içinde buluyor.

Sürükleyici olduğu kadar eğlenceli de bir üslubu olan kitabı konuşmak üzere Esra Türkekul ile ‘cinayet mahali’ Caddebostan’da buluştuk.

  • Sizi biraz tanıyalım? Yazı ile ilişkiniz nasıl başladı?

Endüstri mühendisiyim, uzun yıllar finans sektöründe çalıştıktan sonra, ömrümü bu şekilde geçirmek istemediğimi fark edip işi bıraktım. Ne yapabilirim diye kendime bir şans tanımak istedim. Turist rehberliği, vakıflarda çalışmak gibi geçici işler yaptım. Her zaman iyi bir okur oldum. Edebiyata, özellikle de polisiyeye merakım vardı. Sonra yazmaya başladım.

  • Neden polisiye?

İnsanlar kafalarında hep bir örüntü arıyorlar. Bir neden sonuç ilişkisi kurulsun, taşlar yerine otursun istiyor ki bu polisiyede var.

  • Kapalıçarşı Cinayeti ilk kitabınız. Hangi ruh hallerinde yazdınız?

Uçuşan düşüncelerle,  3 yılda deneye yanıla yazdım. Ama sonra bitince kendime güvenim geldi, başı sonu belli uzun bir metin yazabildiğim için. Zaten ikinci kitaba da ‘bir kez yaptım, yine yapabilirim’ diye giriştim. Kitap, amatör dedektif Berna karakterinin ilk macerası. Rehberlik ettiği bir turistin öldürülmesiyle kendini bir şekilde cinayet soruşturmasının içinde buluyor ve olaylar gelişiyor.

  • Şimdi de Cadıbostanı Cinayeti’nde Berna’yı takibe devam ediyor okur. İlk kitapta Kapalıçarşı’yı, şimdi de Caddebostan’ı mekan eylemişsiniz. Polisiyede mekan önemli bir unsur sanırım.

Evet doğru diyorsunuz. Polisiyenin altın çağır denilen erken dönemde bilmece-bulmaca, mantık kısmı önemliymiş. Çok sayıda insanın biraya olduğu, soyluların evi gibi mekanlar kullanılırmış. Ben kendi adıma mekanı şöyle kullanmayı sevmiyorum; örneğin İskandinav polisiyesinde puslu, kasvetli hava öne çıkar ve bu polisiyedeki suçun karanlığı ile bağdaştırılır. Oysa hava ile cinayet arasında bir nende-sonuç ilişkisi yok. Hava kapalı diye mi cinayet işlendi!? Bence mekan, yarattığım tiplerin soluk alıp verdiği arka plan olduğu için önemli.

  • Siz neden Caddebostanı’nı seçtiniz?

Kadıköy’de yaşıyorum, bu sahilde yürüyüş yapardım. Benim için tanıdık bir bölge. Ayrıca da oldukça steril, durağan, aşırı olaylarla pek de bağdaştırılamayacak bir yer.

  • Yani, misal Tarlabaşı’nı seçseniz daha olağan olacaktı.

Evet, aynen onu demek istiyorum.

  • Berna  eğlenceli, cesur, dul bir kadın. Nasıl yarattınız bu karakteri?

Çok marjinal değil, orta sınıftan biri. Ben de ortadirek bir insanım. Beni besleyen insan tipleri de belli aşağı yukarı. Pek çok fikir yürütebileceğim konuda yazmayı tercih ettim.

  • Kitap polisiye lakin alt metinlerde toplumsal durumlara göndermeler de var. Dul bir kadına toplumun bakışı, Kadıköy’deki kentsem dönüşüm vb.

Evet polisiye artık sadece ‘tek boyutlu karakterlerin mantıksal bulmacası’ olmaktan çıktı. Yazarın kendini ifade mecralardan biri polisiye. Biz polisiye yazarları elbette ki suç olgusunu ön plana koyuyoruz ama kafamı kurcalayan bazı mevzuları da kitaba serpiştirdim.

  • Kitabı yazarken 3. sayfa haberlerinden yararlandınız mı?

Elbette haberleri takip ediyorum, araştırmalar yapıyorum. Eğer hukuki bir konuya değiniyorsam mutlaka onun yasal karşılığına filan bakıyorum. Polisiyede tutarlılık çok önemli, olmazsa olmaz! Bir hata yaparsa yazar, okurun keyfi kaçar.

  • Kadın bir polisiye yazarı denince aklıma Agatha Christie dışında pek kimse gelmiyor. Neden kadınlar daha az bu alanda?

Aslında pek çok kadın yazar var ama evet erkeklere göre daha az... Hayata katılan kadın sayısı her anlamda az zaten maalesef. Pek çok kadın anne rolünü üstleniyor ve kendini araştıracak, gerçekleştirecek fırsatı olmuyor. Yazma işi de çok ağır aslında. Yazarın, oturup düşünmesini sağlayacak bir zaman lüksü olması lazım.

  • Virginia Woolf’un  ‘’Kendine Ait Bir Oda’’ kitabını anımsattı bu sözleriniz. Peki bir kadın olarak sizin için zor oldu mu yazma süreci?

Evli değilim, çocuğum da yok. Nispeten kolaydı benim için. Hem tam zamanlı çalışıp hem yazı yazabilen çok az insan var. Öyle başlayıp, sonra yaz ağır basınca işlerinden ayrılıyorlar genelde.

  • Polisiye yazarı olduğunuzu söylediğinizde insanların reaksiyonu ne oluyor?

Söylemiyorum ki (gülüyor). O kimliğimi öne çıkarmaya gerek duymuyorum. Polisiye yazarlığımı gündelik hayatıma taşımıyorum açıkçası. Ailem, eşim dostum da ilk söylediğimde gayet normal karşıladı. ‘Vay polisiye yazıyorsun demek!’ tepkileriyle filan karşılaşmadım.  (gülüyor)

  • Bir polisiye yazarı olarak, ‘Türkiye’den seri katil çıkmaz’ tartışmasına dair düşüncelerinizi öğrenmek isterim.

Suçluyu yakalama yöntemlerinin geliştiği toplumlarda seri katil olabiliyor. Denir ya ‘katil çok zekiymiş, polisle kedi-fare oyunu oynuyormuş’ filan. Bu direkt o toplumla alakalı bence. Bizden seri katil çıkıp çıkmaması önemli değil. Bizden iyi bir seri katil romanın çıkması için ülkemizde adalet sisteminin iyi işliyor olması lazım. Seri katil olayı bence bir Anglosakson fantezisi..

Polisiyenin neyi konu aldığı toplumsal altyapı ile çok ilinti. Suç edebiyatı, ülkeden ülkeye zamandan zamana o kadar değişiyor ki.  Örneğin soğuk savaş yıllarında casus romanları; askeri cunta dönemi yaşamış ülkelerde daha siyasi suç romanları vardı. Yani böyle dönemlerde, o kitapta katilin kim olduğu çok da önem taşımıyor çünkü yozlaşma tüm topluma yayılmış. Yani adalet sisteminin işlemediği bir toplumda, belki katili bulup teslim ettiğiz kurum da o işin içinde!

  • Türkiye gibi adalet sistemin pek de sağlıklı olmadığı bir ülkeyi düşününce, yerli polisiyelerimiz hangi temalar üzerine kuruluyor genelde?

Önce şunu belirteyim ki; polisiye aslında adaletin tecellisine kısıtlı değinir. Suçlu yakalanır,  polise teslim edilir ve iş biter orada. Sonraki süreç,  tipik polisiyeyi ilgilendirmez.

Bazı toplumlarda o adaletin olmayışı suçun biçimini de çözülüş şeklini de etkiliyor. Türkiye’de biz adalet sisteminden şikayet ediyoruz, her toplum gibi bizde de yozlaşmalar var. Ve bizde mantıksal bulmacanın ön planda oldu kitaplar çoğunlukta. Şöyle bir karşıt örnek vereyim; mesela iç savaş yaşayan bir ülkede mantıksal bulmaca olamaz. Orada insan hayatının değeri ön planda olur. Türkiye’deki polisiye türünde katilin yakalanması bir anlam ifade edebiliyor hala.

  • Okurun polisiyeye ilgisini, adaletin pek de tecelli etmediği bir ortamda, katillerin en azından romanlarda olsun yakalanmasın verdiği rahatlamaya bağlamak mümkün mü?

Klasik polisiye türü için kesinlikle size katılıyorum. Her şeyin kaos olduğu bir dünya yerine, mantığın geçer akçe olduğu bir dünya hissinin tatmin ediciliği… Okura bir rahatlama hissi veriyor ki bana da..

  • Son olarak, Berna’nın akibetini öğrenelim. Maceraları sürecek mi?

Evet, 3. kitabı da düşünüyorum ama sonra devamı gelir mi bilemiyorum. Ayrıca arka planında hayvanların olduğu bir kitap daha tasarlıyorum. Hayvan hayatı çok değersiz görülüyor insan dünyasında. Buna değinmek niyetindeyim.


ARŞİV