Gazeteci-yazar Bircan Değirmenci’nin İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Porçakal”, Diyarbakır’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Yedi çocuklu bir ailenin hayatta kalma çabasını anlatan kitap, kişisel bir hikâyeden çok daha fazlası... Çünkü Değirmenci, yaşam öyküsünü anlattığı bu kitapta ne kendini ne de ailesini sakınıyor. Yaşadıklarını hiç perdelemeden, gizlemeden yazmış. Cesaret kitabın en güçlü yanı. Diğer bir yanı ise yaşanan onca acıyı mizahla örülmüş sade bir dille anlatması. Kadın yazarların, en derin acılarla yüzleşmeyi mizahın incelikli gücüyle başarmasının en güzel örneklerinden biri Porçakal. Biz de kitap vesilesiyle Bircan Değirmenci ile bir araya gelip hem kitabını hem de göçü konuştuk.
“HERKES KENDİNDEN BİR ŞEY BULDU”
Eren Keskin’in biyografisini yazmaya 2019 sonlarında başlamıştım. Sonra pandemiyle karşılaştık ve malum herkes için zor bir dönemdi. Ben Diyarbakır, Eren Hanım İstanbul’da yaşadığı için seyahat yasaklarıyla birlikte çalışmalarımız zorlaştı. Her açıdan belirsiz bir dönemin şaşkınlığını yaşıyorduk. Herkes tedirgin, kimse ne olacağını ön göremiyordu. Bu nedenle bu kitaba bir süre ara vermek zorunda kaldım. Eve kapandığımız dönem Gaye Boralıoğlu’nun yeni çıkan “Alametler Kitabı”nı okudum. Kitabı okuduktan sonra Gaye'ye mektup yazdım. Gaye de bana uzun bir cevap mektubu yazdı. Kendimden, ailemden, tanıklıklarımdan söz ettiğim mektuplar devam edince “Yaz bu hikâyeleri kuytularda sakla, bir bakalım belki bir şeye dönüşür” dedi. Ben yazmaya devam ettim. Artık tek taraflı yazılan ve gönderilmeyen mektuplardı. Yayınlama kaygısıyla yazmadığım için rahattım, zamanla epey hikâye birikti... Yayınevi ile de görüştükten sonra tekrar revize edip yayınlama kararı aldık. Kitap yayınlandıktan sonra gördüm ki, herkes kendinden bir şeyler buldu. Yalnız değilmişim.
Hiç kurgu yok, tamamı gerçek hikâyelerden oluşuyor. Arkadaşlarımdan kurgu yaparak roman haline getirmemi önerenler oldu. Üzerine biraz düşündüm ama kurguya dönüştüğünde kitabın duygusundan uzaklaşacağımı hissettim. Roman yazmaya cesaret de edemedim. Aslında tam bir otobiyografi de sayılmaz, kişisel hafızanın yanı sıra kolektif bir hafızayı da barındırıyor. Bu konuda Gaye de beni destekleyerek “Ara tür de olur, neden olmasın” dedi. Sonrasında bu formda karar kıldım.
“MİZAH EN GÜÇLÜ SİLAHIM OLDU”
Aslında gerek çekirdek gerekse geniş ailemin fertleri yaşadıkları her şeyi teatral bir şekilde anlatır. Şiddet, yoksulluk, yoksunluk, matem… Her şey vardır hatıralarında ama bunları gülerek, güldürerek anlatırlar. Zaman zaman gözleri bir noktaya takılıp derin bir ah çekseler de mizahi yönüyle ele almayı becerebilirler. Bir nevi bilgelik hali aslında. Ben de serin bir yerde durmaya çalıştım. Bunu çok dramatize etmeyi, trajik biçimde anlatmayı tercih etmedim. Mizah en güçlü silahım oldu.
Yok, olmadı. Bazı şeyleri yeniden hatırlamalarına sebep olup travmaları depreşse bile aksine teşekkür ettiler. Kalıcı bir şeye dönüştüğü için mutlu oldular. Hatta benim ıskaladığım başka şeyler de anlatıp “keşke bunları da yazsaydın” dediler. Çünkü bizim için hayatın normali oydu. Babam çok iyi bir anlatıcıydı, her şeyi güzel anlatırdı. O gittikten sonra bu hikâyeleri anlatacak kimse kalmamıştı. En azından bir daha yaşanmayacak zamanlardaki geçmişten bir şeyler koparmış oldum.
Farklı kesimlerden kıymetli yorumlar alıyorum. Erkek ve kadın okurlar arasında epey bir analiz farkı olduğunu söyleyebilirim. Kadınların okumaları çok daha derin. Farklı tonda da olsa kendi hikâyeleriyle benzerlikler bulduklarını söylüyorlar. Beni en çok şaşırtan değil de en çok duyduğum yorum; çok cesaretli yazmışsın, hatta yürek yemişsin, ben olsam asla yazamazdım gibi.. Onlar “cesur yazmışsın” dedikçe ben korkuyorum (!). Kitabı okuduktan sonra beni yıllardır tanıdığını zannettiği halde aslında hiç tanımadığını ve çok şaşırdığını söyleyen bir arkadaşımın yaptığı tespite çok güldüm. Haksız değildi, çünkü ben kendimi konuşarak anlatmakta zorlanan biriyim.
“GÖÇ ZOR BİR DENEYİM”
Geniş aile içinde Diyarbakır’dan ilk göç eden bizdik. Ben çocuk olduğum için farkında değildim aslında. Bizim için eğlenceli bir haldi. Asıl deneyimi yaşayan annem, babam ve yetişkin olan kardeşlerimdi. Bir de o anlar, tüm detaylarıyla tekrar tekrar anlatıldığı için beyninize kazınıyor ve hayal meyal hatırladıklarınız tamamlanarak yeniden can buluyor. Tren istasyonunda uğurlamaya gelenler arasında bir yas havası hakimdi. Bir bilinmezliğe gidiyorduk, çok çocuklu olmanın verdiği bir tedirginlik var. Gelecek kaygısı, kültürel kod farklılığı, uyum sağlayabilecek miyiz, tutunabilecek miyiz? Kafada yığınla deli sorular. Zor bir sınav. Komşularla, esnafla, ev sahipleriyle.. İnsanın kendi yazdığı kitabı anlatması da çok zormuş.
İstanbul'da büyümüş olmamıza rağmen, arkadaşlarımızın aile hayatlarının bizimkinden çok farklı olduğunu görüyorduk. Uyum sağlamak için çok fazla çabamız yoktu, çünkü ne yaparsak yapalım yetişemeyecektik. Benim ilk öğrendiğim kelimelerden biri ‘mücadele’dir mesela. Yaşadığı topraklardan farklı bir yere gelmiş, burada babamın deyimiyle ‘hayat mücadelesi’ veren bir ailede yetişmek size güç katıyor. Sonra da o mücadele hayatın her alanında karşıma çıktı. Benzeyemediğin okul arkadaşlarınla, öğretmeninle, babanla, abilerinle, sistemle mücadele. Asla şikâyet etmiyorum. Bugünden dönüp baktığımda iyi ki böyle bir ortamda yetişmişim diyorum. Hem yaşama dokunurken hem yazarken hem insan ilişkilerinde çok daha sağlam durabilmeyi öğretti.
Hangi dönem yaşanırsa yaşansın özellikle tercih olarak değil de zorunlu göç zor bir deneyimdir. Sıfırdan başlamak her zaman iyi sonuç vermeyebilir. Bambaşka bir hayata açıyorsunuz gözlerinizi. Başka bir dil, başka bir kültür, sürekli öteki olarak görülme.
Kentten kente göç etmeyle köyden kente göç etme arasında da fark var. Köy boşaltmalarla birlikte köyden kente göç edenler de oldu. Onların ekonomik ve politik olarak daha fazla zorlandıklarını gerek üniversitedeki arkadaşlarımdan gerekse gazetecilik yıllarında gördüğüm tanıklıklardan biliyorum. Bugün ise yurt dışı göçü çok fazla. Bilinçli bir tercihle gidenler bir yana politik zorunlulukla giden bizzat tanıdığım yığınla insan var. Sanatçılar, akademisyenler, siyasetçiler… Başka bir isminiz vardır artık: Muhacir, göçmen, mülteci, yabancı.. Sürekli ağzınızın tadı bozuk, boğazınızda bir yumru. Fiziken olmasa da hepsinin aklı, fikri geride bıraktıkları hayatta asılı kalmış durumda. Çünkü bizim köklerimiz, hikâyemiz burada..
Sosyal bir hadise olan göç olgusunun tema olarak edebiyatta yer almaması mümkün değil. Hatta sadece edebiyata değil, sinemaya, tiyatroya, resme, türkülere de yansıması vardır. Sözlü edebiyatta destanlara konu olmuştur. Savaşlar, istilalar ve yer değişimleri. Kürtlerdeki dengbêj anlatımlarında da vardır. Göçün ve göçmen durumuna düşmek zorunda kalanların gerek geride bıraktıkları hayatlarının gerek karşılaştıkları yeni topluma ait kültürel kodlara uyum sağlamaya çalışırken yaşadığı travmaların gerekse geleceğe ait hayallerinin edebiyat eserlerine konu olduğunu görüyoruz. Bir de belli bir zaman diliminde, yurtlarından ayrılarak dünyanın herhangi bir bölgesine zorunlu ya da gönüllü olarak göç etmiş olan edebiyatçılar var. Diline ve kültürüne yabancı oldukları bu yeni ortamda, kendi ana dilleri ya da kültürel kimlikleri ile verdikleri edebi ürünler var. Buna örnek olarak Mehmed Uzun ilk aklıma gelen isimlerdendir.
Aslında Diyarbakır'la bağımız hiç kopmamıştı. Taziye, düğün, bayram, yaz tatillerinde sürekli gidip geliyorduk ama on günden fazla sürmüyordu bu kalışlarımız. Diyarbakır’ı çok sevmeme rağmen hiçbir zaman yerleşik olma fikri yoktu bende. Gazetede çalışırken bir süreliğine rotasyonla Diyarbakır'da çalıştım. Kenti ve kentteki yaşamı daha iyi anlamak adına bu iyi bir deneyim olmuştu benim için. Sonra Osman Baydemir’in önerisiyle onun belediye başkanlığı döneminde basın bölümünde çalışmaya başladım. Başlangıçta bir yıllığına gelmiştim. Sonra beş yılı tamamladık. Ardından ikinci dönem oldu. Ben de artık alışmıştım. İki yerin deneyimini yaşamak bana iyi geldi. Diyarbakır’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Diyarbakır’a bakmak ufkunuzu genişletiyor. Aidiyet kavramını değiştirdi bende. Nereye ait hissettiğimi sorarsanız çocukluk insanın yurdudur, o sebeple çocukluğumun geçtiği İstanbul’u çok seviyorum ama anne ve babamın adımlarını hissettiğim Diyarbakır’daki sokakların da gönlümdeki yeri bambaşka.
Sadece bu kitapla ilgili değil, ben hangi yazıyı yazsam, onun bir müziği vardır benim için. Bir şarkısı, bir ritmi. Müzik dinleyerek yazamam ama sürekli kafamın içerisinde dönüp durur. Kimi zaman bir şarkı olur, kimi zaman bir Kürt ezgisi, kimi zaman da enstrümantal bir tını. Bu kitabı yazarken içinde geçen şarkıları, türküleri açıp tekrar tekrar dinledim. Genelde ruh halime göre dinlediğim müziğin türü değişir.
KADINLARIN ACIYLA BAŞ ETME GÜCÜ
Gazeteci olmam vesilesiyle yıllarca insanların özellikle kadınların hikâyelerine eğildim. Yaptığım özel dosyalarda da genellikle portre çalıştım ve görünenin ötesindeki, derindeki, çocukluktaki hikâyelerini önemsedim. Ve çok büyük travma yaşamalarına rağmen kadınların erkeklere oranla acıyla baş etme meselesinde çok daha güçlü olduklarına tanık oldum. Bunu yaparken kullandıkları en iyi yöntemlerden birinin de mizah olduğunu gördüm.
Tarihe baktığımızda; kadınların tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de edebiyat dünyasına ezilmişlik ve dışlanmışlık konumunun getirdiği dezavantajlarla, isim veya kılık değiştirerek epeyce geç girdiğini görebiliyoruz. Zamanla değişse de her taraftan kuşatılan kadınların yazı masasının başına görünmez prangalarla geçmelerine rağmen acıyla baş etme konusunda çok daha cesur olduklarını söyleyebilirim.