"Boş"luk

Kitapların içinde adım adım gezdiğimiz yolculuğumuz hız kesmiyor. Bu ay, yine gazetemizin yazarlarından Müge İplikçi'nin “Sil Baştan” romanıyla devam ediyoruz.

02 Ağustos 2019 - 11:06

Beste NÂSIR ([email protected])

Romanın baş karakteri, “toz”(lar)la sürekli mücadele eden edebiyat öğretmeni Nebiye Kelam, ama anksiyetesi (kaygısı) nedeniyle öğretmenliğine son verilmiş. Şimdilerde bir lisede kütüphane görevlisi olarak çalışıyor.

Nebiye, genç yaşlarını geçmiş; sadece iki dairesi dolu -bu dairelerden birinde kendisi diğerinde de uzaylı komşuları var- bir apartmanda tek başına yaşıyor. Büyüdüğü ortamda ve ailesinde karmaşa hiç eksik olmamış. Çocukluğunda Ankara'dan anneannesi -öz anneannesi değil- ve annesiyle -öz annesi değil- yaşadığı bu eve, İstanbul'a gelmiş. Babası, onu evlat edinen annesini ve Nebiye'yi 11 Eylül 1980'de terk etmiş.

Etrafındakilerle de pek anlaşamayan uyumsuz tiplerden Nebiye. İlk ve son aşkı lise arkadaşı: Orçun. Yaşanamamış, karşılıksız kalmış bir aşk bu.

İşte bu hikâye onun, anlatıcının ifadesiyle “toza takmış, tozu ve hapı yutmuş tozlu biri”nin hikâyesi.

“İnat, sözcük karşılığı olmayan bir güçtü hemen her dilde”

Bir dilekçenin yazılma süreciyle başlıyor aslında her şey. Nebiye, emekliliğini öğretmen olarak tamamlayabilmek için, öncesinde tekrar öğretmen olarak atanabilmek için, ilgili bakanlığa dilekçe yazıyor. Bu arada, Nebiye'nin bu dilekçeyi yazmasında bir başka neden de kendisiyle aynı sorunu paylaşan -öğretmen olarak atanmak isteyen-, kütüphanede birlikte çalıştıkları, bir başka uzaylı Serin. Nebiye, apartmandaki komşuları gibi Serin'le de sonu gelmez bir çatışma halinde. Zaten, anlatıcının ifadeleriyle de “(...) Bunun arkasında (...) hayatına bir fırtına gibi giren o genç kadın, malum kişi, bir diğer Uzaylı olan Serin vardı. Sırf ona inat olsun diye yazılmıştı bu dilekçe. Onun gibilere... Bu yüzden yazılmış olması bile yeterliydi; inat, sözcük karşılığı olmayan bir güçtü hemen her dilde”.

Nebiye, bu gibi inatlaşmaları sadece Serin'le yaşamıyor elbette. Kendisiyle aynı apartmanda ablasıyla birlikte bir diğer dairede yaşayan komşusu Jale de başka bir uzaylı. Nebiye, hep tekrarladığı gibi, pencereden kilim silkelediği akşamlardan birinden sonra Jale'yi kapısında buluyor ve artık çıkan gürültüden, kilimdeki tozlardan bunalan Jale'ye şunları söylüyor: “Gürültü ha! Gürültünün ne olduğunu bana mı soruyorsun? Şu anki halin gürültü senin. Sen ve senin gibilerin varlığı baştan sona bir gürültü zaten. Ne işe yararsınız? Söyleyeyim: Onu bunu uyarırsınız. Dünyayı düzelteceksiniz ya. Dünyayı düzeltmek size kaldı ya... Sizi uyarıyorum, cümleleriniz baştan sona birer gürültü. Bundan haberiniz var mı? Şu bilmiş bakışlarınız var ya... İnsanı hiçbir biçimde içeri almayan... işte o... işte orası toz içinde”.

Bana kalırsa, zaten asıl sorun içeri alın(a)mama: Nebiye'nin ilişkilerini ve davranışlarını şekillendiren belki bir tür düğüm bu. Onun birlikte büyüdüğü kişiler tarafından gördüğü de, Orçun'a yaklaşmak isterken yaşadıkları da ve sonrasında birlikte çalıştığı arkadaşlarında, komşularında karşılaştığı da bir türlü kapsan(a)mama, yeterince ilgi gör(e)meme ve hep bocalama, boşlukta kalma.

Tamamlan(a)mama!

Yıllar sonra Orçun'a yazdığı dilekçede de tam da bunun işaretlerini veriyor Nebiye: “O boşluk seninle dolmaz be Orçun. O boşluk beni boşluğa atan bir babada be canım. Peki söylüyorum: Hiç değilse babam olsaydın be Orçun. (...) Şu alt kattaki Uzaylılara rezil olmamın nedeni ben miyim? Asıl fizik kanunları suçlu. Suçlu onlar... Uzaylılar ve fizik. Dünya ve metafizik neyse uzay ve fizik de o. Seninle benim gibi. Birbirini hiçbir koşulda tamamlamayan bir ikili. (...)”. Dilekçeden çok içimize dokunan bir isyan bu aslında, bir mektup, bir haykırış...

Nebiye, dilekçeyi elden vermek için Ankara'ya geldiğinde bir başka isyanın içinde buluyor kendini. Başına gelen pek çok beklenmedik olaydan sonra Ankara'da miting meydanındadır. Serin'le karşılaşırlar. Özgürlük, barış, eşitlik sesleri arasında hem oradadır Nebiye hem başka bir anda. Serin'le kahve içtikleri bir sohbet anına uzanır. Bu meydanda, aslında Serin'i sevebileceğini hisseder. İkisi de alerjilerinin tutsağıdır bir yandan.

Ne yazık ki, Serin bu miting sırasında yaşamını yitirecektir.

“Hayatı özlüyorum”

Uzun bir düş dalgasının içinden geçtikten ve hayata iki dilekçe yazdıktan sonra Ankara'ya gitmek için bilet aldığı şirkette tanıştığı Bekir Bey'e de bir not yazmayı ihmal etmiyor Nebiye. Ne de olsa, artık yeni bir hayata adım atmıştır ve bu hayatta öncelikli işi de anneannesinin işidir: Resim! İşte şöyle yazıyor ona: “(...) Her ne kadar size getirdiğim tablolar anneannemin yaptıkları ise de bundan böyle size kendi yaptığım resimleri getirmek istiyorum. Umarım bu isteğimi tuhaf karşılamazsınız. Serin'in portrelerini yapmaya başladım bile. (...) Kısacası durum şu Bekir Bey: Bana inanacak birine çok ihtiyacım var. Bana inanır mısınız? (...) Benim resimlerimi dinler misiniz? Sizin resim dinlenmez diyen o sürüden ayrı olduğunuzu hissediyorum. (...) Hayatı özlüyorum, bu net değil mi? Hayatın ateşini ve hayatın serinliğini, ikisini birden özlüyorum. (...)”.

Romanın adının neye karşılık geldiği, silinip baştan yazılanın ne(ler) olduğu romanı okuyunca çok daha fazla anlam kazanıyor elbette. Burada bütün ayrıntılara yer veremeyeceğim, ama şunu da belirtmek gerekiyor: Hayatta pek çok şey mümkün. Kimlerle nasıl karşılaşacağımız, hayatımızın tam olarak hangi yönde akacağı belli olmuyor çoğunlukla. Olabildiği kadar anlayabilmeye, hissedilmeye, durup düşünebilmeye ihtiyacımızın çok olduğuysa kesin; Aklımızın ucundan bile geçmeyecek üzüntüleri, pişmanlıkları yüklenmemek, “boş”luklar içinde boğulmamak için...

Etiketler; müge iplikçi

ARŞİV