Şahiner’in “KUL” kadınları…

Öykü kitaplarıyla tanınan ödüllü yazar Seray Şahiner, son romanı “Kul”daki kadın karakterlerin içini gazetemize döktü…

07 Temmuz 2017 - 11:53

Röportaj: Leyla ALP

Fotoğraflar: Sedat SUNA

Öykü ve romanlarında “kadın kahramanlardan ziyade kadın meselesine” odaklanan Seray Şahiner son kitabı “Kul”da, gündelik hayatta kulak verilmeyen, dilsizleşmeye mahkum edilen kadınları anlatıyor. Haydarpaşa Kitap Günleri’nde imza gününe ve söyleşiye katılan Şahiner ile kitapları vesilesiyle kadınları konuştuk…

Sadece merdivenleri silerken “Mercan Hanııımm” olan Mercan Kul nereden, nasıl çıktı?

Sınıf farkı, orta sınıfla alt sınıf arasında, zengin fakirle arasında olandan daha sert yaşanıyor. Çünkü birebir temas var. Ve artık orta sınıfa mensup olanların bir kısmı, alt – orta ekonomik sınıftan birini gördüğü zaman aslında kendi kaçtığı geçmişini de görüyor. Mercan’a, merdivenlerini sildiği apartmanlardaki daire sahiplerinin, ardından Mercan, yüzüne bile değil aşağı katı silerken seslenirken “Mercan hanıııııım” demelerinin bir sebebi var.  Bir mesafe koymak, senli benli olmamak, sıcak çaydanlığın sapını bezin ucuyla tutuvermek gibi bir şey onun yüzüne Mercan Hanım denmesi. Bu mesafe artık Mercan Hanııııım diyenlerin geçmişleriyle arasına koymak istediği bir mesafe.

“Kul” romanını plazada çalışan beyaz yakalı kadınlara mı yoksa Mercan’lara mı yazdınız? Ve iki okuyucu arasında nasıl bir fark var? 

Daha ziyade dışardan bakana anlattım. Bu Antabus’un Leyla’sı için de böyleydi. Kul’un Mercan’ı için de… Gündelik hayatta kulak verilmeyen kadınlar bunlar, bu yüzden dilsizleşmeye mahkûm ediliyorlar. Romanı yazarken en çok, Mercan canlansa da bu kitabı okusa ne düşünür diye endişelendim. Mevzuyu, içerden bilene anlatmak daha zor bir sınav. Antabus’u yazdığımdan beri işçi kadınlar kitap hakkında ne düşünüyordur diye merak ediyordum. Geçen haftalarda, Evrensel Gazetesi’nin Ekmek ve Gül ekibi, tekstil işçisi kadınlarla, Antabus’un tiyatro oyununa gidip görüşlerini almış. Ve işçi kadınlar metin için demiş ki: Antabus, hayatın kendisi. Şimdiye kadar geçtiğim en çetin sınavdı.

“EDEBİYATTA DAHA SIK OLMALIYIZ”

Seray Şahiner neden kadınların öykülerini yazıyor?

Kadın kahraman yazmaktan ziyade, kadın meselesine dair yazmaya gayret ediyorum. Sokakta karşılaştıklarımız ve üzerimizde kurulmaya çalışılan tahakkümle de ilgili olarak bu bende biraz refleksif olarak gelişiyor. Yazdıklarımda işçiler ön planda, sınıf meselesi kadınlar için daha sert işlediğinden evvela kadın işçileri yazmak istedim. Bir de, kadınların yaptığı her şeyin toplum, medya ve erk nezdinde haber değeri var. Bu bizi hedef haline getiriyor. Basında, sokakta ve kürsüde: “Şu saatte sokağa çıktı,” “böyle kahkaha attı,” “kadın haline bakmadan…” gibi başlıklarla haberleştiriliyoruz. Her yerde olmamız ve bunun haber değeri atfedilemeyecek kadar sıradanlaşması lazım. Edebiyat da daha sık olmamız gereken alanlara dâhil.

Mercan sadece yoksul kadınların hikâyesi mi yoksa kendine zaman ayıran kadınların da “Evde ampul patladığında değiştirecek biri olsun” diye bir isteği yok mu?

Olmaz mı? Kul, bir yandan da, yalnızlık üzerine bir roman. Dayatılan, aile olma, ille de anne olma, mutlaka eş olma durumuna nazire yapan bir kitap aslında. Belki “kendi kendine” ve mutlu olabilecek insanlar, bu dayatmalar yüzünden “yalnız” hissediyor.

“MİZAH HAREKETE GEÇMENİN TEMELİ”

Romanda tam yutkunmakta zorlanırken kahkahayı kopardığımız bir sürü an var. Bu bilinçli bir tercih mi?

Bir rembetiko var, diyor ki: “Bana sapladığın hançeri kahkahaya çevireceğim.” Yazarken kurgumu biraz bu mantık belirliyor. Gülmek bizim karşı silahımız ve siperimiz. Zaten bizden istenen, bir üst sınıfın içini rahatlatacak kadar mutsuz olmamız. Bize bakıp, “halimize bin şükür” diyecekler! Mercan için de Mercan’ı okuyan için de mizah, duruma dışardan bakmanın, dertle araya mesafe koymanın bir yolu olsun istedim. Çünkü acıyla mesafelenirsek onu öfkeye ve harekete daha çabuk çevirebiliriz. Dolayısıyla mizah, harekete geçmenin, hakkını aramanın da temeli.

Mercan’ın hayatı ile TV’de izlediği ya da gazete eklerinde okuduğu kadınların hayatı arasında uçurum var.  Peki onları birleştiren bir şey yok mu?

Umarım ki kumandanın kapat tuşunda birleşilir. Çünkü gerçek biraradalık ancak hep birlikte sokağa çıkarsak mümkün. Yalnızlık üzerine bir roman dedik ama dayatmalar dışındaki kalabalığa inanıyorum.

İnsanlar birbirlerinin hayatına bu kadar dokunmadan, dinlemeden yaşamayı nasıl becerebiliyor?

Aslında beceremiyoruz. İnsanlar, bir başkasını kendi hobisi haline getirmiş durumda. İlgilenecek, kendini adayacak biri. Bu sayede kendiyle baş başa kalmaktan kurtulmaya bakılıyor. Hem derdinden kurtulmak için başkasını dert edinip hem kendi seçtiği sorumluluk dışında kalanı “aman benim derdim bana yetiyor” deyip görmezden gelme hali var. Derdin bile çözmekle payelenecek kısmı seçiliyor. Antabus’ta bir Ülker Abla karakteri vardı, diyordu ki: “Başkasının derdi olmasa insan kendi kahrından ölür… Başkasının derdi her derde devadır: bakar bakar, ‘Benden kötüleri de var,’ deyip haline şükreder, kendi derdini unutursun. ‘Vah vah, tüh tüh,’ deyip kâfi merhameti gösterdiğin an görevin biter. ‘Ah,’ dersin ‘vallahi çok üzüldüm, ben çıkayım biraz kafamı dağıtayım...’ El derdi insanın kendi derdini unutmak için edindiği zevktir.”

Haydarpaşa Kitap Günleri’nde kitabınızı imzaladınız. Söyleşiye katıldınız? Haydarpaşa’da kitaplarla olmak nasıl bir duyguydu?

Haydarpaşa Gar gasp edilmeden önce çok sık kullandığım bir mekândı. Hem yolcusu olarak, hem uğurlayan kişi olarak. Sinemamızda da İstanbul’un girişi, Haydarpaşa’dandır. Hem kent hafızasına sahip çıkmanın bir yolu olarak gördüğümden, hem Haydarpaşa’dan bindiğim trenlerde okuduğum kitaplara hürmeten büyük bir istekle geldim Haydarpaşa Garı’ndaki kitap günlerine. Aşağı yukarı aynı histeki birçok insanla temas fırsatım oldu. Trenleri, trende kitapla yola çıkmayı özlemişiz. Dramanın temellerindendir, ‘kahraman yola çıkar.’ İşte yola çıktığımız mekân gasp edilirse, hikâyemizin bir ayağı da çöküyor. Yıllardır söylediğimiz sözle bitireyim: Haydarpaşa gardır gar kalacak.


ARŞİV