Pek çok şehirlinin şehri terki-diyar eylemek istediği günümüzde, tam da bu kaçışı anlatan bir film vizyona girdi; Yuva.
Şehir hayatını terk ederek ormanda yaşamaya başlayan bir adamın hikayesini anlatan filmde, ormanda kendisine münzevi bir hayat kuran adamın şehre geri getirilmeye ikna sürecindeki hayatını sorgulamasına ve evrendeki yerini arayışına odaklanıyor. Kutay Sandıkçı, Eray Cezayirlioğlu, İmren Şengel ve Okan Bozkuş’un rol aldığı filmin yönetmen koltuğunda ise Emre Yeksan oturuyor. İlk filmi ‘Körfez’ ile birçok festivalden ödülle dönen Yeksan, Yuva’nın dünya prömiyerini 5. Venedik Film Festivali’nde yaptı.
Kadıköy’de yaşayan Yeksan ile filmi konuştuk.
Senaryo yazma sürecini de çekim sürecini de çok kolektif bir yöntemle gerçekleştirdiğimiz için “kendi filminiz” tanımı bana biraz uzak. Filmin merkezinde olan ve her kararı tartışarak verdiğimiz bir ekip var. Tabii ki son karar yine de yönetmenin sorumluluğunda ama bu tartışmalar filmin hikayesini de dilini de belirleyen esas yaratım alanları oluyor. Ben yönetmenliğin bu tip kolektif yaratıcılıkları damıtma ve yönlendirme işi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “yönetmen sineması” diyebileceğimiz bir yaklaşıma yakın filmler üretiyor gibi görünsem de yönetmenliği tek-adamlıktan uzak bir iş olarak görüyorum. Yuva’nın hikayesinin çıkışında aslında bugünlerde çok fazla insanla ortak duygumuz olduğunu bildiğim evinde, evi olarak seçtiği yerde rahat ettirilmeme, sürekli sıkıştırılma duygusu var diyebilirim.
Ormanda kendisine bir köpek yoldaşıyla yalnız ve münzevi bir hayat kurmaya çalışan Veysel’i orman alanını da kapsayan bir yıkım sebebiyle oradan çıkarmak isterler. Bunu yapmak için de Veysel’in ormana yerleşmeden önceki hayatından, çok yakınından birisini devreye sokarlar. Ama olaylar beklendiği biçimde gelişmez. Doğanın da sürece dahil olmasıyla teslimiyet direnişe evrilir.
Doğaya karışma ya da toprakla, börtü böcekle temas kurma arzusu dönem dönem artan bir eğilim olsa da modernitenin başlarından ve şehir yaşamının baskın hale geldiği andan itibaren var olan bir mesele. H.D. Thoreau’ya 1850’lerde Walden’ı yazdıran itki ya da çekim ekolojik bir yıkımın yaklaştığını hissettiğimiz günümüzde artarak karşılık buluyor. Veysel karakterini tasarlarken bu kadim arzudan yola çıkarak şehir hayatını neden bıraktığına değil de ormanın parçası olma çabası üzerine odaklanmayı tercih ettim.
İnsanın onu çevreleyen mekanla ilişkisi, evi olsun, kenti olsun ya da Veysel gibi yaşamayı tercih ettiği orman olsun ilgimi çeken bir konu. Bizi tanımlayan temel şeylerden birinin içinde yaşadığımız çevreyle ilişkimiz, nereyi kendimize ev, yuva olarak seçtiğimiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla göç konusu bir yuvasızlık hali, evle kurduğumuz ilişkinin koptuğu, örselendiği bir kopuş hali olarak ilgimi çekiyor.
Yuva benim için bir mekandansa bir mekanla ilişki kurma biçimini tanımlıyor. Ev kelimesi daha çok bir yapıya işaret ederken yuva bir hissi, temâsı çağrıştırıyor. Dolayısıyla devinen, insanın kendisiyle birlikte hareket eden, artan azalan bir şey yuva. Diğer taraftan da yuva kelimesinde evden farklı olarak daha hayvansal bir boyut var. Filmdeyse yuva kavramı üç farklı aşamada karşılık buluyor: Veysel’in geride bıraktığı, ormanda kurmaya çabaladığı ve doğanın onun karşısına çıkardığı üç farklı yuva var.
Bu film için öyle bir şey denemedik çünkü Yuva’yı finanse eden kurum olan Venedik Film Festivali Biennale College programı filmin sadece kendi verdiği fonla çekilmesini mecbur kılıyor. Dolayısıyla filmin bütçesinin tamamını tek bir kurum karşıladı. Bu tabii ki bağımsız sinema şartlarında çok avantajlı bir durumdu. Yoksa bağımsız film yapımı çok meşakkatli, akıntıya karşı yapılan bir iş. Ama bu işi katlanılır, hatta çekici kılan bir güzelliği de var. O da sanırım kolektif bir yaratıcılık süreci oluşu.
Yuva izleyiciye alışıldık dramatik keskinliklerin olmadığı, oluşan anlam boşluklarına duyuların ve sezgilerin yön verdiği bir deneyim vaat ediyor diyebilirim. Kolay bir film olmadığını söylüyorlar ama ben şahsen kolay olup da güzel olan çok fazla şey bilmiyorum.
“DİĞER SEMTLER DE KADIKÖYLEŞEBİLSE…”
Evet İzmirliyim ve 2010 yılından beri Kadıköy’de yaşıyorum. İstanbul’da kendimi en çok evde hissettiğim yer Kadıköy. Bunda İzmir’le olan sosyo-kültürel benzerliğinin de şüphesiz ki payı vardır ama Kadıköy’e dair en sevdiğim şey merkezde olma hissini yaşayabildiğiniz fakat merkez olmayan bir konumda oluşu. Yaşadığımız semtte sinema ve tiyatro salonları, kitabevleri, kültür mekanları olması gibi asgari ihtiyaçlar birçok yerde unutulan, nostaljik fikirler gibi. Kadıköy bunların hala olduğu bir yer. Tabii ki bu durum tehlikeli biçimde Kadıköy’ü merkezileştiriyor. Fakat asıl olması gereken başka semtlerin de bir şekilde Kadıköyleşebilmesi sanırım.