Şehirden ‘Yuva’ya kaçış…

Doğayla bütünleşebilmek için şehirdeki hayatını terk etmiş bir adamın hikâyesini anlatan Yuva filminin Kadıköylü yönetmeni Emre Yeksan, “Yuva izleyiciye alışıldık dramatik keskinliklerin olmadığı, oluşan anlam boşluklarına duyuların ve sezgilerin yön verdiği bir deneyim vaat ediyor…” diyor.

15 Mayıs 2019 - 15:58

Pek çok şehirlinin şehri terki-diyar eylemek istediği günümüzde, tam da bu kaçışı anlatan bir film vizyona girdi; Yuva.

Şehir hayatını terk ederek ormanda yaşamaya başlayan bir adamın hikayesini anlatan filmde, ormanda kendisine münzevi bir hayat kuran adamın şehre geri getirilmeye ikna sürecindeki hayatını sorgulamasına ve evrendeki yerini arayışına odaklanıyor. Kutay Sandıkçı, Eray Cezayirlioğlu, İmren Şengel ve Okan Bozkuş’un rol aldığı filmin yönetmen koltuğunda ise  Emre Yeksan oturuyor. İlk filmi ‘Körfez’ ile birçok festivalden ödülle dönen Yeksan, Yuva’nın dünya prömiyerini 5. Venedik Film Festivali’nde yaptı.

Kadıköy’de yaşayan Yeksan ile filmi konuştuk.

  • Emre bey, filmin hem senaryosunu yazdınız hem yönettiniz. Tam bir ‘kendi filminiz’ diyebiliriz sanırım. Bu hikaye nasıl düştü aklınıza?

Senaryo yazma sürecini de çekim sürecini de çok kolektif bir yöntemle gerçekleştirdiğimiz için “kendi filminiz” tanımı bana biraz uzak. Filmin merkezinde olan ve her kararı tartışarak verdiğimiz bir ekip var. Tabii ki son karar yine de yönetmenin sorumluluğunda ama bu tartışmalar filmin hikayesini de dilini de belirleyen esas yaratım alanları oluyor. Ben yönetmenliğin bu tip kolektif yaratıcılıkları damıtma ve yönlendirme işi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “yönetmen sineması” diyebileceğimiz bir yaklaşıma yakın filmler üretiyor gibi görünsem de yönetmenliği tek-adamlıktan uzak bir iş olarak görüyorum. Yuva’nın hikayesinin çıkışında aslında bugünlerde çok fazla insanla ortak duygumuz olduğunu bildiğim evinde, evi olarak seçtiği yerde rahat ettirilmeme, sürekli sıkıştırılma duygusu var diyebilirim.

  • Filmi henüz izlememiş olanlar için, yaratıcısının sözleriyle Yuva’nın konusunu duymak isteriz.

Ormanda kendisine bir köpek yoldaşıyla yalnız ve münzevi bir hayat kurmaya çalışan Veysel’i orman alanını da kapsayan bir yıkım sebebiyle oradan çıkarmak isterler. Bunu yapmak için de Veysel’in ormana yerleşmeden önceki hayatından, çok yakınından birisini devreye sokarlar. Ama olaylar beklendiği biçimde gelişmez. Doğanın da sürece dahil olmasıyla teslimiyet direnişe evrilir.

  • Pek çok kişinin metropollerden kırsala göçtüğü/göçmenin hayallerini kurduğu günümüzde, Yuva bence zamanın ruhunu iyi yakalayan ve hatta konuyu bir adım öteye (münzeviyat) taşıyan bir iş olmuş. Siz bu filmi yaparken neleri gözettiniz?

Doğaya karışma ya da toprakla, börtü böcekle temas kurma arzusu dönem dönem artan bir eğilim olsa da modernitenin başlarından ve şehir yaşamının baskın hale geldiği andan itibaren var olan bir mesele. H.D. Thoreau’ya 1850’lerde Walden’ı yazdıran itki ya da çekim ekolojik bir yıkımın yaklaştığını hissettiğimiz günümüzde artarak karşılık buluyor. Veysel karakterini tasarlarken bu kadim arzudan yola çıkarak şehir hayatını neden bıraktığına değil de ormanın parçası olma çabası üzerine odaklanmayı tercih ettim.

  • Aslında ilk filminiz Körfez de göçle alakalıydı. Kalmak, gitmek, göç etmek ilgi alanınızda olan ve sizi hakkında film çekmeye yönelten temalar sanırım. Ne dersiniz?

İnsanın onu çevreleyen mekanla ilişkisi, evi olsun, kenti olsun ya da Veysel gibi yaşamayı tercih ettiği orman olsun ilgimi çeken bir konu. Bizi tanımlayan temel şeylerden birinin içinde yaşadığımız çevreyle ilişkimiz, nereyi kendimize ev, yuva olarak seçtiğimiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla göç konusu bir yuvasızlık hali, evle kurduğumuz ilişkinin koptuğu, örselendiği bir kopuş hali olarak ilgimi çekiyor.

  • Buradan hareketle bir röportajınızdaki “(…)Birçok tanıdığım yurtdışına taşındı. Kendimizi evimizde hissetmiyoruz. Ev duygusunu kaybettiriyorlar. İzmir’de halen bunu hissedebiliyoruz. (..) ‘Buradayız ve gitmiyoruz’ demenin zorlaştığı bir süreç var şu anda. Fakat söylemek gerek, ne kadar söylersek o kadar kalacağız burada.” açıklamalarınıza atıfla şunu sormak isterim ; filmin adı neye işaret ediyor? Yada şöyle de sorabilirim yuva nedir, neresidir insana/size?

Yuva benim için bir mekandansa bir mekanla ilişki kurma biçimini tanımlıyor. Ev kelimesi daha çok bir yapıya işaret ederken yuva bir hissi, temâsı çağrıştırıyor. Dolayısıyla devinen, insanın kendisiyle birlikte hareket eden, artan azalan bir şey yuva. Diğer taraftan da yuva kelimesinde evden farklı olarak daha hayvansal bir boyut var. Filmdeyse yuva kavramı üç farklı aşamada karşılık buluyor: Veysel’in geride bıraktığı, ormanda kurmaya çabaladığı ve doğanın onun karşısına çıkardığı üç farklı yuva var.

  • İlk filminiz Körfez için kitlesel fonlama desteğine başvurmuştunuz. Bu film için de öyle bir durum geçerli miydi? Aslında şunu sormaya çalışıyorum bağımsız sinema yapmak ne ifade ediyor sizin için (zorluklarını) ve belki de avantajlarını düşününce?

Bu film için öyle bir şey denemedik çünkü Yuva’yı finanse eden kurum olan Venedik Film Festivali Biennale College programı filmin sadece kendi verdiği fonla çekilmesini mecbur kılıyor. Dolayısıyla filmin bütçesinin tamamını tek bir kurum karşıladı. Bu tabii ki bağımsız sinema şartlarında çok avantajlı bir durumdu. Yoksa bağımsız film yapımı çok meşakkatli, akıntıya karşı yapılan bir iş. Ama bu işi katlanılır, hatta çekici kılan bir güzelliği de var. O da sanırım kolektif bir yaratıcılık süreci oluşu.

  • Yönetmenlere sorduğum klasik soruyla bitirelim; sizce izleyici onca film arasında neden Yuva’yı seçsin izlemek için? Ne bulacak, ne görecek…?

Yuva izleyiciye alışıldık dramatik keskinliklerin olmadığı, oluşan anlam boşluklarına duyuların ve sezgilerin yön verdiği bir deneyim vaat ediyor diyebilirim. Kolay bir film olmadığını söylüyorlar ama ben şahsen kolay olup da güzel olan çok fazla şey bilmiyorum.

 “DİĞER SEMTLER DE KADIKÖYLEŞEBİLSE…”

  • İzmirlisiniz, Kadıköy’de yaşıyorsunuz. Birbirine ruhen benzeyen bu iki yer hakkında neler söylersiniz? Bir insan/sinemacı olarak Kadıköy’de olma/yaşama hissiyatı nasıl sizde?

Evet İzmirliyim ve 2010 yılından beri Kadıköy’de yaşıyorum. İstanbul’da kendimi en çok evde hissettiğim yer Kadıköy. Bunda İzmir’le olan sosyo-kültürel benzerliğinin de şüphesiz ki payı vardır ama Kadıköy’e dair en sevdiğim şey merkezde olma hissini yaşayabildiğiniz fakat merkez olmayan bir konumda oluşu. Yaşadığımız semtte sinema ve tiyatro salonları, kitabevleri, kültür mekanları olması gibi asgari ihtiyaçlar birçok yerde unutulan, nostaljik fikirler gibi. Kadıköy bunların hala olduğu bir yer. Tabii ki bu durum tehlikeli biçimde Kadıköy’ü merkezileştiriyor. Fakat asıl olması gereken başka semtlerin de bir şekilde Kadıköyleşebilmesi sanırım.


ARŞİV