Kadıköy’deki gizli kuytularında şiirler okuyup, şiirler yazıyor. Şimdilerde 10. şiir kitabı “Rüya Zamanı” ile okur karşısında.
“İnsan duygularını yansıtmakta güçlük çektiği zaman ya da kendini anlatabileceği birini bulamadığı zaman, sanata ve şiire başvurur” diyen Salih Bolat ile hem kitabını hem şiiri hem de Kadıköy’ü konuştuk.
İçinde yaşadığımız şu günler tam da rüya zamanı. Tasarladığımız yaşama biçiminden, kurduğumuz dünya projemizden vaz geçmeme zamanı. Güzel, özgür, mutlu insanların yaşadığı bir hayatı tasarlamak için şimdi Rüya Zamanı. Kitabımın adı da bir davet buna.
Kitaplarımın büyük bölümünün baskısı bulunmuyordu. Özellikle ilk kitaplarım yıllardır tekrar basılmamıştı. Hem onları yeniden okura sunmak hem de kendi şiir serüvenimin bir arada görülmesini sağlamak için dokuz kitabı “İlk Kar” adlı kitapta toplamıştım.
Rüya Zamanı, son kitabım olan Atların Uykusu’ndan 6 yıl sonra yayımlandı. 80 civarında şiir yer alıyor. Ama şiirlerin yazılış sürelerinin yanında bir de hayat süreleri vardır. Yani yaşanmışlık süreleri… Hani bir mühendisin beş dakikalık emek karşılığında istediği ücreti fazla bulan müşteriye verdiği cevap var ya, “50 yıl artı 5 dakika” gibi, ben de şiirleri ne kadar zamanda yazdığım sorusuna ’60 yıl artı 6 yıl’ yanıtını verebilirim.
Düzyazı kendi dışında referansı olan bir dildir. Açıklanabilir. Bu nedenle onun için bir önsöz yazabilirsiniz ama şiirin kendi dışında referansı yoktur. Şiirin sorusu da cevabı da kendi içindedir. Onu ayrıca açıklamaya gerek yoktur, zaten açıklayamazsınız. Şiiri açıklamak istediğinizde şiirin dışına çıkarsınız. Şiir gösteren ile gösterilenin çakıştığı bir dildir. Bu nedenle şiir için özsöz yazmaya gerek yoktur, diye düşünüyorum.
Bir şairin baştan sona, yani yaşadığı hayat boyunca belli izlekleri olur. Kim ne derse desin, niceliksel olarak, biçimsel olarak şiir serüveninde farklılıklar görülse de, özde aynı şeyleri yazar. Yves Bonnefoy’nun, “ben ömrüm boyunca çocukluğumu yazdım” dediğini okumuştum bir yerde. Melih Cevdet Anday da eni konu “ölümsüzlük”, “zaman”, “sonsuzluk” gibi izlekleri sürdürmemiş midir? Behçet Necatigil’in şiir yelpazesi çok renklilik gösterse de, o yine de “evlerin şairi” olarak bilinmez mi? Ya Edip Cansever? İstediği kadar dramatik dili, geleneksel dili, dizeci anlayışı kullanmış olsun, “Otellerin”, “yalnızlıkların”, “yabancılaşmanın” şairi demez miyiz? Başka örnekler verebilirim.
Demek benim şiirimde de başlangıçtan bu yana belli izlekler olmalı ki, sende bu kanıyı uyandırmış, diye düşünüyorum. Doğa, benim vazgeçmediğim bir atmosferdir. Ama bunu “tabiat” olarak anlamak yanlış olur. Ben tabiattan, pastoral güzelliklerden söz etmiyorum. Doğa benim için nicelik değil, niteliktir. İmgesel dil yaratmanın vazgeçilmez bileşenidir.
Bir şaire “niçin şiir yazıyorsunuz?” diye sormak, kuşa “niçin uçuyorsun?” diye sormak gibi bir şey oluyor biraz. Şiir yazmak, diğer bütün yaratıcı etkinliklerde olduğu gibi, kaçınılmaz bir şey, bir yaşama, duyma biçimi. Dünyayı, gerçekliği algılama ve yeniden üretme biçimi. Bu nedenle şair olmak tercihe bağlı bir şey değil. Aslında şiiri gerçekten tanıyan bir kişi, şair olmak istemez zaten. İnsanın ruhunu rahat bırakmayan, bütün bir varlık evreninin tek sorumlusuymuş gibi hissettiren ve hayatı cehenneme çeviren bir iş. Nazım Hikmet çok haklı, “şair olmak zor zanaat” derken.
Hayat, gerçeklik yalnızca beş duyumuzla algıladığımız anlamlar evreninden oluşmuyor. Bizi kuşatan sonsuz anlamlar evreni vardır. Sanat ve şiir olmasaydı, insanlık tek boyutlu bir varlık olurdu. Gerçekliğin derinliğini bilmezdi. Çünkü sanat, özellikle şiir, duyular alanımızın dışında kalan anlamları duyular alanımızın içine çeken ve böylece anlam evrenimizi genişleten bir dildir. İnsan duygularını yansıtmakta güçlük çektiği zaman ya da kendini anlatabileceği birini bulamadığı zaman, sanata ve şiire başvurur.
Evet, Freud bir yerde mutlu insanın sanat yapamayacağını öne sürer. Çünkü mutlu insan kurulu düzenle barışık, hayatla dengeli bir ilişki kurmak adına kendinden vazgeçebilen insandır, bir yerde. Sanat yapmak, kendisiyle, toplumla, doğayla bir sorunu olmayı gerektiriyor. Buradaki “sorun” u, bir “problem”den çok bir “yoksunluk” olarak anlamak gerekir. Ben bunu söylemek istiyorum. Yani “işleri tıkırında olan” bir insan hangi özgün anlamları üretebilir ki? Şu da var, bırakalım insanların işleri tıkırında olsun yeter ki, şiir yazmasalar da olur.
16. Bunu derken, “ biz dört kuşaktır Modalıyız” diyenleri duyar gibiyim. Onlara saygım sonsuz, elbette ama Modalı olmanın ölçütü bence süre ile ilgili olmaktan çok Moda’nın anlamlarını yeniden üretebilmekle ilgilidir.
Kadıköy, benim bilinçli olarak yaşamayı seçtiğim bir yer. Ankara’da yaşadığım yıllarda da sık sık uğrak yerimdi. Üç gün uzak kalsam çok özlüyorum. Küçük Moda sahilindeki bazı banklar benim yaşam alanımdır. Oralarda kitap okur, şiir çalışırım. Bazen öylece denize, uzaklara bakarım. Her gün mutlaka buraya gelir bir-iki saat geçiririm. Beni arayan insanlar orada bulabilirler. Sonra Yoğurtçu Parkı, Bahariye, antikacılar sokağı, Moda Çocuk Parkının sessiz saatleri en sevdiğim mekanlar ve zamanlardır.
Bu şairlerin tümüyle, yaşamlarında birlikte oldum, onları tanıdım. Bir büyük şiir mirasının içinde doğmak ve var olmak, bunun bilincinde olan bir şair için çok önemlidir. Güney Fransa’da, Nimes’de yaşayan bir şair arkadaşım, Serge Velay, örneğin René Char’la, Anatole France’la aynı yerde yaşıyor olmanın kendinde oluşturduğu duyarlılık katkısından söz etmişti. Ben de öyle hissediyorum.
Hani Edip Cansever diyor ya, “insan yaşadığı yere benzer” diye, gerçekten öyle. Şiirlerimde geçen deniz, mekanlar ve insanlar; Kadıköy ve Moda'dan esinlendiğim şeylerdir.
BAHARİYE’DEKİ KÖPEK
bir köpek yatıyor bahariye’de
serin ve karanlık taşlarında kalkedon’un
kemiklerin uğultusunda kaybettiği sesini arıyor
rüzgârın bırakıp gittiği paçavra gibi
bir köpek yatıyor bahariye’de
kendini yangınla açıklayan günlerin ateşinde.
geceye sarınmış uyuyor yaşlı köpek
ta derinlerdeki depremleri dinliyor
biliyor, onun cesareti için karardı sokaklar
onun için aydınlığı elinden tutup getirdi güneş
sanki bir leş, yatıyor sessiz
ölümün çizdiği siyah bir resim gibi.
mevsimlerin başlangıcındaki kararsızlıkla
az önce yağmur yağmış gibi bakıyor
havlıyor arada bir, kendini suçlarcasına
bir genç kızın alınıp götürülmesinden
bir delikanlının vurulup düşmesinden
bir şarkının ağıda dönüşmesinden
havlıyor, anlaşılmayan bir slogan gibi.