Kırkın üzerinde romanı, iki yüzün üzerinde öyküsü, röportajları ve köşe yazılarıyla edebiyatın en üretken isimlerinden biri Suat Derviş. Aynı zamanda Nâzım Hikmet’e “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / Bir kere eğemedim bu kadının başını” sözlerini yazdıracak kadar da güçlü bir kadın. Ve bütün bunlara rağmen uzun yıllar edebiyat hayatımızda ismi çok bilinmeyen yazarlar arasında kaldı. İthaki Yayınları yazarın gazetelerde tefrika haline olan öyküleri dahil kitaplarını okurla buluşturuyor. Ölümünün 50. yılı nedeniyle de bir dizi etkinlik hazırlandı. Biz de bu vesile ile Suat Derviş kitaplarının editörü Serdar Soydan’la konuştuk.
Bundan birkaç yıl evvel Suat Derviş sadece sınırlı bir okur çevresinin bildiği onların da keşke başka kitapları olsa da okusak dediği bir isimdi. Siz Suat Derviş’le nasıl tanıştınız?
Fosforlu Cevriye ve Hiç romanlarını okuyarak tanıştım Suat Derviş’le. İkisini de çok beğenmiş ve diğer romanlarının peşine düşmüştüm. Ne yazık ki romanları kolay bulunmuyordu. Uzun yıllar önce birer kez basılmışlardı. Dahası Nesin Vakfı’nın edebiyat yıllığında yer alan Behçet Necatigil imzalı bir yazıya rast gelmiş, Suat Derviş’in gazete ve dergilerde tefrika halinde kalan pek çok romanı olduğunu öğrenmiştim. İnatla, azimle ve hepsinden önemlisi büyük sevgi, hatta hayranlık içinde tüm bu eserlerin izini sürdüm. Yani yirmi yılı aşkın bir yolculuk bizimkisi.
Suat Derviş’i biz niye bu kadar geç tanıdık? Kadın olduğu için mi, muhalif olduğu için mi? Hepsi birden mi?
Ne yazık ki sadece Suat Derviş değil, pek çok yazar, yaşadıkları dönemde gereken değeri görmemiş yahut ölür ölmez unutulup gitmiş. Bugün eserlerine kolay erişemeyeceğimiz çok sayıda isim var. Bunların her biri muhalif ya da kadın da değil. Yani pek çok gerekçeyle pek çok isim göz ardı edilmiş, gözlerden ırak kalmış. Kendisinin de dikkat çektiği gibi, kırklı yıllardaki yok sayılışı, eserlerini bastıramayışı komünist olmasından kaynaklanıyordu denilebilir. Fakat ya 1933 yılında Son Posta’da tefrika edilen ve daha önce 1931’de Almanya’da bir gazetede tefrika edilip büyük sükse elde eden Bir Haremağasının Hatıraları romanı… O roman neden bastırılamamıştır? Kadın olduğu için demek yetersiz geliyor bana. Zira o dönem kitaplarını rahatlıkla bastıran pek çok kadın yazar vardı. Başarılı olma ya da popüler olmanın pek çok gereği var. Bazen edebi kamunun ne kadar içinde olduğunuz yahut eserinizi hangi yayınevinden çıkarttığınız bile sizi daha göz önünde veya gözden ırak kılabilir. Özetleyecek olursam, Suat Derviş’in eserlerini bastıramaması ve edebiyatımızda hak ettiği yere gelememesinde kadın ya da komünist olmasının muhakkak etkisi vardır. Ancak sadece bu iki kimlikle yetinmemek başka kimlik ve dinamiklere de bakmak gerek.
“ÜSTÜ ÇİZİLMİŞ BİR YAZAR”
İlk romanını 16-17 yaşında yazmış o dönemin usta yazarları tarafından övülmüş. Sonra ne oldu Suat Derviş adı edebiyat hayatından neredeyse silindi?
Yirmilerin başında başlıyor yazmaya. Ancak 1917-25 arası Berlin’de eğitimine devam ediyor. Yani sürekli bir gel-git durumu var. O sebeple tam bir variyet, tam bir iddia da söz konusu değil. 1925 sonrasında da bir ayağı hep Almanya’da. Bu arada iki kez evlenip boşanıyor. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluyor. Yirmili yıllardaki kırılmaların, karabatak gibi bir belirip bir kaybolmaların sebebi bunlar olsa gerek. Yine de beş roman ve üç öykü derlemesiyle kapatıyor bu on yılı. On yıla sekiz eser. Hiç de az değil. Otuzların başında da iki buçuk sene tamamen yurt dışında. Yine Türkiye’deki faaliyetlerini durduruyor. Ancak 1933 baharında, kesin dönüş yaptıktan sonra kırkların başına kadar durmadan, yorulmadan çalışıyor. Bu süreçte edebiyat ve matbuat dünyasının tam merkezinde. Muhabir olarak çok önemli bir şeyi başarıyor. Röportajlarıyla pek çok insanın, hatta çöken Boğaziçi’nin bile sesini duyuruyor. Bu röportajlar onun edebi anlayışını da değiştiriyor. Kendi deyimiyle hayalden ziyade hakikatle ilgilenmeye başlıyor ve 1936 sonrasında edebi üretimi biraz yavaşlıyor. Kırkların başında da komünist parti üyesi, politik kimliğiyle ön planda bir Suat Derviş çıkıyor karşımıza. Partinin yayın organı Yeni Edebiyat’ı çıkartıyor ama dört öykü dışında edebi bir üretimi ne yazık ki yok. 1943-53 yılları arası en üretken dönemi. Kocası Reşat Fuat Baraner hapiste Suat Derviş onun bakımını da üstleniyor. Dahası üstü çizilmiş, imzası her gazete yahut dergide kabul görmeyen bir isim artık. Otuzlardaki kadar yüksek paralar kazanamıyor. Tüm bunlara rağmen okuyucuyla buluşabilen eserleri de görmezden geliniyor genellikle.
1950’li yıllardan sonra eserleri bir iki tane? Neden? Ne oluyor? Suat Derviş yazmayı mı bırakıyor? Küsüyor mu?
1953-63 yılları arasında Türkiye’den uzakta, bir sürgün hayatı yaşıyor. Altmışların başında kocası hapisten çıkınca dönüyor ülkeye. Düşünebiliyor musunuz? Kaçıncı sıfırlanışı kariyerinin, kaçıncı kez en baştan, sil baştan başlıyor… Yorgun olmalı… Ama Necatigil’e yazdığı mektupta “1963 yılında memleketime döndüm. İş bulduğum her gazete ve dergide (çocuk dergisi) yevmiye ile çalışıyorum. (Çocuk masalları, sahife, tercüme, müstear isimlerle roman ve hikâyeler) Kendi ismimle yazdığım romanlar, bu devrede Aksaray’dan Bir Perihan ve Şoför Mustafa’dır. Geldiğimden beri Fosforlu Cevriye de tekrar intişar etmiştir. Kitap halinde çıkamayan Ankara Mahpusu, belki beni bilenlerden biri okur diye, bir akşam gazetesine verilmiş ve tefrika olarak çıkmaktadır. (Her Gün)” diyor.
Varlıklı bir ailenin kızı gibi görünüyor. Daha doğrusu öyle doğuyor fakat sonrasında hayatı oldukça fazla değişiyor. Ekonomik anlamda da oldukça güçlükler yaşadı bildiğim kadarıyla. Ve sadece yazarak mı geçimini sağladı?
Suat Derviş, 1933 yılında verdiği bir röportajında yazarlığın yanında bir fabrikada çevirmenlik yaptığını söyler. Sadece Suat Derviş değil, pek çok yazar, eserlerinin telifiyle geçinmekte zorlanmış, çevirmenlik, muhabirlik, düzeltmenlik gibi yakın denilebilecek işlerden başlayarak doktorluk, kasaplık gibi alakasız işlere kadar farklı meşguliyet bulmak zorunda kalmışlardır kendilerine.
Bir sürü gazetede yayımlanan romanları var. Ve çoğu farklı isimlerle. Neden kendi ismini kullanmamış?
Suat Derviş’in takma isimlerinin bir kısmını biliyoruz. Bu isimlerin çoğu siyasi kimliği yüzünden yasaklı olduğu dönem öncesinde kullanmaya başladığı isimler. Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, eser teliflerinin düşüklüğü sebebiyle aynı anda iki üç farklı yayında yazmak zorunda kalmış bazen yazarlarımız. Öyle olunca da her biri için bir isim uydurmak icap etmiş. Bazen aynı gazetede de olabiliyor bu çok isimlilik. 1935 yılında Peyami Safa, Tan Gazetesi’nde üç farklı imza ile üç farklı türde yazıyor mesela. Suat Derviş’in takma ad kullanma sebebi de büyük oranda bu. Ancak o ömrünün son yıllarında verdiği röportajlarda siyasi kimliği yüzünden takma adlar kullandığını, imzasını atamadığını söylüyor. Belki de bilmediğimiz başka takma adları da vardır ve halen bu takma adlarla yazdığı eserler keşfedilmeyi bekliyordur.
Suat Derviş’in Türkiye edebiyatında sizce nasıl bir yeri var?
Suat Derviş, uluslararası başarı elde etmiş, kendisini farklı ülkelerde var edebilmiş ilk yazarlarımızdan biri. Otuzların başında Berlin’e, ellilerin ortasında Paris’e gitmiş, orada kendisini sıfırdan var etmiş. Özellikle otuzların başındaki iki buçuk yıllık Berlin serüveni örnek alınacak bir süreçtir. Suat Derviş, Almanya’ya gider gitmez bir menajer ve çevirmen tutup gayet profesyonel bir şekilde ilerlemiştir. Edebiyatımızın en vizyoner, çalışkan ve yetenekli kalemlerinden biridir Suat Derviş. Nazım Hikmet’in, ona ithaf ettiği “Gölgesi” şiirindeki gibi başını eğmeyen bir yazardır. Kalemini, ne olursa olsun elinden bırakmamıştır. Eserlerinin türsel, yapısal ve dilsel değerlendirmesini eleştirmenlere bırakmayı tercih ederim, zira öyle bir iddiam yok. Ama bana sorarsanız, bugün müfredata girmiş, ‘kanonik’ eserlerin pek çoğuna nal toplatır eserleri.
Suat Derviş’in kaç eseri var? Ve bunların kaçı yeniden yayımlandı?
Kırkın üzerinde roman, iki yüzün üzerinde öykü, iki yüzün üzerinde röportaj ve köşe yazıları… Romanların yirmi sekiz tanesi İthaki Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. (Bazı ciltlerin içinde birden fazla roman var.) Öykülerinin pek çoğu gazete ve dergi ciltleri arasında kalmıştı. Bunlardan bir kısmı da Fukara Ölüsü ve Daktilo Nebahat adlı kitaplarda yer alıyor. Röportajların şimdilik tek cildi, Çöken İstanbul adıyla yayınlandı ve büyük ilgi gördü.
Romanlarda da öykülerde de ana tema hep aşk. Derviş’in aşk temasından asla vazgeçmiyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Fatma da iki yıldır aşk romanları yazıyordu işte. Ahmet Türkan’a gelince, hiçbirini geri çevirmeksizin, birbiri ardınca yayınlıyordu onları. İki yıldır hayatının biricik gelir kaynağı aşk romanlarıydı.” Suat Derviş’in bir iki aya çıkacak Aşk Romanları adlı otobiyografik romanında geçiyor bu cümleler. Suat Derviş komünist olarak yaftalandıktan, bir anlamda üstü çizildikten sonra gönlünden geçen romanları yazmakta, yayımlatmakta zorlanmış. Durmadan ‘zararsız’ aşk romanları yazmak zorunda kalmış. Öyle ki bu işten, sürekli aşktan bahsediyor olmaktan sıkılmış ve bu otobiyografik romanı Aşk Romanları ismini vermiş. Öte yandan ‘aşk satar’ diye haksız olmayan bir inanış vardır sinema, edebiyat ya da başka sanat dallarında. Aşktan geçen romanlar, filmler her zaman daha kolay alıcı bulur.
Fosforlu Cevriye romanı da , “öteki” olarak konumlandırılan bir fahişenin hayatını anlatıyor. Suat Derviş ve ötekiler arasındaki bağı nasıl değerlendirirsiniz?
Röportajlarıyla toplumun ve şehrin ötekilerine ses vermiş, onların seslerini, öykülerini ölümsüzleştirmiş Suat Derviş. Ancak otuzlardan çok önce, mesela 1922’de Hiçbiri romanında halasının evinde sığıntı gibi yaşayan Cavide’yi, 1930’da Emine’de öksüz ve yetim bir kız çocuğunu, Sonu Güzel’de savaşta yüzü ve vücudu paramparça olmuş bir gaziyi merkeze koymuş. Yani Suat Derviş edebi ve gazetecilik kariyeri boyunca ötekileri merkeze çekmeye çalışmış ve bunu başarmıştır.
Ölümünün 50. yılında bir takım etkinlikler var. Biraz bu etkinlikler hakkında bilgi verebilir misiniz?
Şu ana kadar iki panel yapıldı. Haziran sonu bir panel daha var. Feryal Saygılıgil ve Sevdagül Kasap, Suat Derviş’in kadın kahramanlarından bahsedecekler. Daha sonra 23 Temmuz’da mezarı başında bir anma olacak. Ağustos ayında neredeyse her gün bir podcast ile Suat Derviş külliyatına önemli bir katlı sunulacak. Eylül ayı boyunca gazete ve dergilerden, arşivlerden alınan pek çok görselin ve yine pek çok sürprizin yer alacağı bir sergi düzenlenecek. Ekim ayında da bir sempozyum ve ardından kapanışı yapacağımız bir panel var. Tüm bu etkinlikler İthaki Yayınları ve Sanatkritik iş birliği ile yapılıyor.
Bundan sonra Suat Derviş’in hangi eseriyle buluşabileceğiz?
Az önce, Suat Derviş’in bilinen en son eseri, otobiyografik romanı Aşk Romanları’nın müjdesini vermiştim. Rusça olarak 1969 yılında basılmış bu roman. Orada tam 100.000 satmış ve şimdi, yani çok yakında Hazal Yalın’ın çevirisi ve Nergis Ertürk’ün editörlüğüyle Türkçede olacak. Bunun yanında yeni bir gotik seçki; Onları Ben Öldürdüm, Suat Derviş’in aileyi konu alan öykülerinin bir arada sunulacağı Sen Benim Babam Değilsin ve kadınları, çocukları merkeze alan röportaj dizilerinden oluşan Önce Kadınlar ve Çocuklar! şu anda İthaki Yayınları’nın masasında.