Taner Cindoruk:‘TEK KİŞİLİK AŞK GİBİ İSTANBUL'

Kadir İncesu, Gazete Kadıköy için, 2011 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü sahibi Kadıköylü şair ve tiyatro oyuncusu Taner Cindoruk ile söyleşti.

30 Nisan 2014 - 09:27
Kadir İNCESU
       
Taner Cindoruk genç bir şair, tiyatro oyuncusu… 2011 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü sahibi… Son dönemlerde dizi ve filmlerde de rol alıyor. 9 yıldır ailesiyle birlikte Kadıköy’de yaşıyor. Babası da ödüllü bir öykü yazarı, Zafer Doruk... Abisi Caner Cindoruk da oynadığı dizilerle hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip. Küçük kardeşi Münir de tiyatro sanatçısı…
Taner Cindoruk çalışmadığı günlerde babasıyla birlikte Bahariye’de açtıkları “Düşhane” adlı sahafta vakit geçiriyor. Taner Cindoruk ile “Düşhane”de söyleştik.
 
-1981’de Adana’da dünyaya gelen Taner Cindoruk nasıl bir çocukluk yaşadı?
Güzeldi. Sokakla iç içe büyüdük. Biz üç kardeşiz, ben ortanca.Dolu dolu yaşadık çocukluğun mevsimlerini.  Bazen uzaklara giderdik, annem peşimize düşerdi… Bazen de evimizin önündeki inşaatta-o dönemki tabirimizle-filmcilik oynar, sevdiğimiz artistleri canlandırırdık. Hareketliydik. Uzakta bir toprak saha vardı. Oraya maç yapmaya giderdik bazen. Bazen de,-azar işitsek de evden-sulama kanalına yüzmeye giderdik. İçimizde tutamazdık o coşkuyu, atıverirdik sokağa… Yaşamın zor bir yanı var. Pek göremiyorduk onu. Geçim sıkıntısı. Bunu kavradığımız günlerde bile yaşamaktan ümidi kesmedik. O yüzden bir şiirimde; “annem güllerin de söküğünü dikerdi” derim. Annem sadece kendi dertleriyle uğraşmazdı. Komşularının dertlerini de dinlerdi. İnsanlar insanları dinlemeyi severdi. Şimdi insanlar hikâye anlatmak istiyor… Anlatmak herkesin en bariz tutkusudur. İnsan öğreniyor, “Saatlere bakınca yaşlanmayı öğrenmek gibi”

-Babanızla birlikte 1990’lı yılların başında işportacılık da yapmışsınız… İşportacılık günleri babanız için bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir… Size ne gibi katkı ve faydaları oldu?
“Ucunda gurbet bile olsa, yakışır babamın elleri omzuma” bir şiirimde böyle demişim. Babam Zafer Doruk’un, bizlere katkısı, içinde bulunduğumuz zorluklarla nasıl baş edilebiliri öğretmesi oldu. Bu bir çabanın ürünüdür gayretin kanatlarında. İyi bir öykücüdür babam. Öyküler üzerine düşünmeyi ondan öğrendim. Yazdığı öyküleri ilk bize okurdu. Bir uçumluk kanat, adlı öyküsünde, şiirin içini gördüm; şiir gibi ezberlemiştim o öyküyü. Gerçekten de şiir olabilecek sıcaklıkta bir öyküydü. Öykülerindeki macera bana esin kaynağı olmuştur hep.

-Siz de yazmak istediniz mi, babanızı yazarken gördüğünüzde?
Yazıyordum ama sımsıkı bağlı değildim yazdıklarıma. Tutkuyla demlediğim bir iş değildi yazmak… Benim şiire olan tutkum-yazma anlamında-İstanbul’a geldiğimde daha da fokurdadı. Ama çocukluğumdan beri şiirler okur, şiirler ezberlerdim. Şiirin içindeydim… Bazı yazdıklarım çevremdeki insanlar tarafından dikkat çekerdi. Örneğin, ışıklar içinde uyusun, Adnan Yücel bir şiirimi çok sevmişti. Öfkelenince bile şiir yazardım… Garip duygu. Yine de yazmanın tutku olduğunu bilmezdim… Yaşayarak öğreniyorsun onu da. Bir ara, yazmanın dertli bir iş olduğunu düşündüm. Öyle değil aslında. Keyifli yanıyla da düşünülebilir soru işaretleri. Sanat, soru işaretlerinin bir tür toplaması bölmesi, çıkarmasıdır… Neticede sorar. Ben de kendime–bugün olduğu gibi-o yıllarda da çok sorular sordum. Ama o zamanlar yarattığım şiir dünyası,-her şeyi bir anda söyleme arzusuyla-doluydu.

-Adnan Yücel yakın aile dostunuzdu. İlk kez bir şairle bu kadar yakın olmak sizi nasıl etkiledi? İlk şiirinizi yazmanızda bu yakınlığın da rolü oldu mu?
Sene 1993. 13 yaşındaydım. Televizyon, Madımak otelini gösteriyordu. Duyduk ki ozanları yakmış yobazlar… Nasıl da derinleşmiştim o yaşta. Unutmuyorum o günü. Köydeydim. Temmuz sıcağı. Canım ne top oynamak istemişti, ne de bisiklete binmek… Bir şiir yazmıştım. Hatırlamıyorum pek… Bir gün o şiiri Adnan Yücel’ e okuduğumda, ağlamıştı. Rakısından bir yudum çekip, “bela” demişti bana gülerek; “bela mısın oğlum sen”… Asıl bela oydu asıl; “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” şiiri dilden dile dolaşıyordu. İyi şairdi… Çok şey öğrendim Adnan Yücel şiirinden… Biraz doğa sevgisi, biraz da kavgayı… Hepsinden önemlisi, akarsuyun aktığı yeri…

-Tiyatroyla tanışmanız nasıl oldu?
O günleri özlemle anıyorum. O günlerin dili güzeldi. Ben hemen her ergen gibi hep bir arayış halindeydim. Yalnızlık duyardım teneffüs saatlerinde. Çiçekler de ıssızdı teneffüse çıktığımda. Çekimserdim… Çekimser olduğum kadar inatçı yanlarım da vardı. Bunlardan biri de yalnızlık. Kalabalıkta bunalıyordum. Kaçmak istiyordum hep ve kaçıyordum. Şehirde tek başına bir çocuktum. Ta ki bir gün okuldan kaçıp bir tiyatro binasının önünde amcamın oynadığı oyunun afişini görene kadar… Salona girdim. İnsanlar perdenin açılmasını bekliyorlardı. Salondaki o saygılı sessizliği sevdim. Oturdum ve heyecanla bekledim oyunun başlamasını… Amcamı sahnede merak ediyordum.–Erdal Cindoruk-Acaba ne yapacaktı… Ve perde açıldı.
Bir komedi oyunu oynanıyordu. Çok gülmüştüm o gün. İyi hatırlıyorum. Çıkarken de gülerek çıkmıştım. Sonra tiyatroya gidip gelmelerim artınca tiyatro yapma isteği uyandı bende. Lisede sınıfta kalınca bir süre çelik tencere fabrikasında çalıştım. Bir süre sonra şehir tiyatrosuna amcamı ziyarete gittim. Amcam beni Seyhan Belediyesi Şehir Tiyatrosuna alınca çok mutlu olmuştum. Seyhan Şehir Tiyatrosu Adana’nın en köklü şehir tiyatrosudur. Birçok oyunda görev aldım. Daha sonra abim Caner Cindoruk’un oyun bilgisi ve oyunculuk becerisi bende önemli izler bıraktı. Abimden de öğrendiğim şeyler oldu. Babam yazdığı öykülerde, Muzaffer İzgü’nün deyimiyle, nasıl ki kahramanlarının ciğerini okuyorsa, abim de tiyatroda, oynağı karakterlerin ciğerini okur. Burada ki ciğer okumak deyimi, karakter hallerini doğru süzebilmekle orantılıdır…

-Şiir, tam anlamıyla yaşamınıza ne zaman girdi?
Çocuktum hayatıma girdiğinde, büyüyünce de evlendim…

-Şiirinizi ne zaman sorgulamaya başladınız?
Kendimi sorguladığım dönemlerde şiiri, şiiri sorguladığım dönemlerde kendimi üzdüm. Bazen uyuşmadı odak noktalarımız, buluşamadık. Ama İstanbul sürecinde, çok düşünme fırsatım oldu şiir üstüne. Hırçın taraflarımı suladım. İlk aklıma gelen şeylerin artık-her zaman-şiir olmadığına inandım. Besledim. Demledim. Biraz da sabır ektim. İnadım aynı inat yine de… Aslında bugün daha içsel ve daha çok sorular soruyorum kendime. Devamlı değişen algılar yığınının ortasında şiiri sorgulamak güç… “her şiir bir öncekine ihtilal” der Veysel Çolak… Şiir hep aratır insana, hep… Çünkü tüm zamanlara seslenen bir tek şiir yoktur… Ben yaşadığım çağın, evin, sokağın, rıhtımın, parkın, kavganın, aşkın ve hasretin şiiriyim… İnsanın iç sesi şiire de soluk aldıran bir görüntü çizer. O yüzden kendin olmayı, bunun bilincin de olmayı da önemsiyorum.

-Yaklaşık 9 yıldır Kadıköy’de yaşıyorsunuz. Kadıköy’deki ilk günleriniz kolay olmasa gerek…
İlk günler, üzerimde bir yükün ağırlığı vardı. Neydi yük olan. Korku. Yer yer hâlâ yaşıyorum o korkuyu. Gurbete çıkmışım, beş parasız. Aslında insanın kendinden başka gurbeti yok. İstanbul, otogara ilk indiğimde ürküttü beni. Sonra köprüler, minareler, ve gereksiz bir yığın yokuş… Aylarca düşündüm; nereye gider bu insanlar ve niçin bu kadar kalabalık. Ve bunca kalabalık neden birbirine küs. Kirli ve sebepsiz bir küslük vardı sanki… Üç beş dost görünce umutlanıyor insan. Sonra bir bakıyorsun o da gitmiş. Adana’da dostluklar kalıcıdır… Burada, aynı şehirde yaşamamıza rağmen, kopuyor… Kendi kendine sürgünleşiyor insan. Tek kişilik aşk gibi İstanbul. Bu şehirde bütün sözcüklerin hasıdır gitmek... Bu şehirde sokaklara çıkmak diye bir isyan var. Son zamanlarda bu isyanı sevdim. Eskiden gizliydi insanların isyanı. Şimdi daha bir ciğerden… Ben de İstanbul’un bir yerini sevdim. Kadıköy… Bilmezdim hiç. Aklıma da gelmezdi… Köy çocuğu olduğumdan mıdır nedir, payıma Kadıköy düştü benim… Burası en salaş haliyle bile samimi, içten ve çok. İlk buraya ayak bastım. Yağmuru bile başka buranın. İnsanın bütün sevdiklerini anması gibi bir şey… Sonra iskeleler, rıhtım… Ara sokaklardaki çay evleri, aşklar. Gönlüm delice eser Kadıköy’de… İlk kitaptaki şiirlerimin çoğunu bu semtte yazdım. Bu semtte ayrıldım sevgililerimden, bu semtte unutamadım hiç. İnsan, kimseyi özlemese bile, tutup kendini özlüyor bu semtte. Öyle bir yer Kadıköy… Kadıköy tutkunu bir insan oldum… Kadife Palas sokağını sordum birine; “babayı takip et” dedi… Durdum, ne demek istedi şimdi bu, dedim kendi kendime. Anlamamıştım… Sonra öğrenince güldüm. Meğer babalar, yol kenarlarına çakılı kazıklara verilen isimmiş. İlk zamanlar dublaj yaparak geçimimizi sağlıyorduk. Zor günlerden geçtik. Ama her zorlukta yeni bir şey öğrendim. Mutluluk. Bazen en duygulu ya da en kederli anlarımda yazdığım şiir, günün birinde büyük bir mutluluk oldu benim için. Yazmanın ağrılı bir yanı da var. Onu yaşamadan mutluluk anlaşılmaz ki.

-Adana’nın arka mahallelerin Kadıköy’e uzanan bir yaşam… Taner Cindoruk istediği yerde mi?
Evet, mutluyum… Bir de sahaf dükkânımız var şimdi… Yaşıyoruz kendi halimizce… Yazarak ve yaşayarak… Mutluyum… İnsanların arasında gezmeyi seviyorum. Parkta, pasajda, rıhtımda, vapurda, dolmuşta, evde, sokakta; sürekli bir mekân isteği var bende… Sözcüklerimi o mekanlardan ayıklıyorum. En çok da, kendi iç mekânıma tutunarak… Orada daha bir yaşıyorum şiiri… Bu yüzden içimi serin tutmak için ardına dek açıyorum sözcüklerimi… Sözcükleri diziyor, bozuyor, yine dizip yine bozuyorum. Ta ki hayata yakışan, doğru bir dize kuruncaya kadar.
 

ARŞİV