Taşlamalı bir bilim kurgu öyküsü: İdük

Can Kantarcı ‘İdük’ için “Şu anda belirse ve arkamızı Moda burnuna verip Sarayburnu’na bakarken, dairesel olarak yükselen, tuhaf geometrik köşeleri olan, dikey fallik bir cisim olarak görürdük. Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne gitseydik yanından geçer, eğer bu yaz mevsimine denk gelseydi gölgesi tıpkı bir güneş saati gibi belli bir süreliğine üstümüze düşerdi” diyor

03 Mayıs 2024 - 10:11

Can Kantarcı Çaycuma Zonguldaklı yazar, editör, çevirmen. Yazdığı ilk uzun metraj film senaryosundan çekilen ‘Son Çıkış’ dünya prömiyerini, 2018 yılında Tokyo Uluslararası Film Festivali’nin ana bölümünde yaptı, yurtiçi ve yurtdışı festivallerde gösterildi. Alfa Kitap tarafından yayımlanan ilk romanı, gündelik yaşam bilim kurgusu, ‘Tepemizdeki Gölge’ Kayıp Rıhtım tarafından, 2021 yılında en iyi ikinci Türkçe bilim kurgu seçildi. Dokuz yıl boyunca İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin editörlüğünü üstlenen Kantarcı ile İthaki Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı ‘İdük’ hakkında sohbet edip, merak ettiklerimizi sorduk. 

  • Aynı zamanda çevirmensiniz,  çevirdiğiniz ilk kitabı hatırlıyor musunuz?

İsis. Ayrıntı Yayınları’nın yeraltı edebiyatı serisinden 2003 yılında çıktı. Konusu ise serseri bir hayat yaşayan reklamcının, müthiş bir kadınla tanışmasını ve sonra hayatının tepetaklak olmasını anlatıyordu. Çok keyifli bir kitaptı ve dolaylı olarak Tepemizdeki Gölge’yi etkiledi. 

  • Hep yazar olmayı mı istemiştiniz, yazarlığa nasıl başladınız?

Hep istemiştim, hala da istiyorum ‘yazar oldum’ diyemiyorum, ‘sadece yazıyorum’ diyebiliyorum. Yaşım belli bir noktaya varmış olsa da hala işin başındayım gibi geliyor. Ayrıca hep öğrenilen bir şeymiş gibi de geliyor. İnsan, küçüklükten beri okudukça, çeviri yapmaya başlayınca bir şeyler yazmak istiyor ama ne istediğini tam bulamıyorsun. Sonra her zaman merak ettiğin türlerde bir şeyler yazmak istiyorsun. Bu ülkeye has ve ‘bu ülkede fantastik/bilimkurgusal olaylar olsaydı ne menem olaylarla karşılaşırdık’ düşüncesi üzerine bir şeyler kurgulamak benim hoşuma gidiyor.

 “İKİ UÇLU BİR KILIÇ GİBİ”

  • Çevirmen olmanız ve bir dönem editörlük yapmanız, yazarlık açısından sizi nasıl besledi?

İki uçlu bir kılıç gibi aslında. Sürekli başkalarının metinlerini okuyorsunuz, bir şeye maruz kalıyorsunuz. Aynı şekilde edebi çeviri yaparken de şanslıysanız çok iyi yazarları çeviriyorsanız, onların müthiş anlatı, kurgu ve karakterlerini yaratma yapılarına maruz kalıyorsunuz. Bu zengin bir hazne ve katalog oluşturuyor, bunlardan etkileniyorsunuz. Ama bu iki uçlu bir kılıç kısmı burada başlıyor. Etkilenmek lazım ama kendini çok kaptırmamak lazım. Özellikle kendinizi çok kaptırdığınız bir çeviriyse, yazarken kendinizi o yazarın üslubunda bulabiliyorsunuz. Öyle zamanlarda kendinize ufak kontrol noktaları koymanız gerekiyor ki ‘ben ne yapıyorum’ diyebilesiniz. Yoksa elbette çeviri eylemi müthiş bir yakın okuma barındırdığından, yazı pratiğinize çok ama çok iyi geliyor.

  • Kitaptaki bilgiye göre İdük, Sarayburnu ile Kadıköy arasında 69 metre yüksekliğinde 10 metre eninde bir cisim. Bize biraz  İdük’ü anlatır mısınız? 

Kitabı yazarken benim için kriter şuydu: herhangi bir şey olduğu zaman onun sebebini, sonucunu sorgulamak veya araştırmak yerine, çok dandik ayrıntılar, olaylar ya da yüzeysel durumların peşine takılıyoruz, İdük bunun hikayesi. Aşırı tarafgir diyebileceğimiz birinin ağzından yazılmış bir rapor. Her bakışın nasıl kör edildiğini ve burada ilk başta iyi görünen bir şeyin, nihayetinde her zaman iyi sonuçlanmayabileceğine dair, iyi veya kötü diye ayırt etmeden, nesnel bir şekilde incelenmesi gerektiğine dair bir öykü aslında. Bunu elimden geldiğince komik bir şekilde aktarmaya çalıştım, dolayısıyla taşlamalı bir bilim kurgu öyküsü diyebiliriz. 

İdük şu anda belirse ve arkamızı Moda burnuna verip Sarayburnu’na bakarken, dairesel olarak yükselen, tuhaf geometrik köşeleri olan, dikey fallik bir cisim olarak görürdük. Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne gitseydik yanından geçer, eğer bu yaz mevsimine denk gelseydi gölgesi tıpkı bir güneş saati gibi belli bir süreliğine üstümüze düşerdi. 

  • İdük ismi nereden geliyor?

Eskiden Türkler ‘idük’ kelimesini, belli yerlerde kutsal anlamında kullanmışlar, ‘meradaki bu hayvanları avlamıyoruz, nehrin burasından balık tutmuyoruz. Çünkü bu meranın, bu nehrin burası, idüktür’ diyerek kutsal ve ekolojik anlamda doğanın dengesine zarar vermemek için kullandıkları bir kavram. Dolayısıyla biz ‘ne idüğü belirsiz’ dediğimiz zaman kutsalı yok, kutsalı belirsiz, bu hayatta kendisine atfettiği önem verdiği bir şey yok da demiş oluyoruz. 

“TÜRKİYE ZATEN DİSTOPYA GİBİ BİR YER”

  • Yani distopya diyebilir miyiz?

Distopya ögeleri var ama, Türkiye zaten distopya gibi bir yer. Biz distopyada yaşamaya alışık olduğumuz için ya da distopyanın içinde Kadıköy’de kendimize küçük bir ütopya cepleri yarattığımız için idare edebiliyoruz. İdük’te distopya hisleri var ama genel olarak İstanbul boğazının suyu, havası ve toprağı temizlendiği ve ‘iyi şeyler’ olduğu için çok distopik bir yere giden durumu, biz o an parça parça bakmaya alıştığımız için tam olarak anlayamıyoruz. Anlatı da biraz bu yüzden parçalı. Farklı bakış açılarına kendine rağmen yer vermek zorunda kalıyor, çünkü tarafgirin anlatısı bir noktadan sonra yetersiz kalmaya başlıyor. Bu biraz da şuna benziyor: her sistem daha sonra kendisini yeniden yaratacak olan çatlakları da barındırır olmak zorundadır bünyesinde, eninde sonunda.

  • Okurken kelime oyunlarına rastladım, okuyucularınızın bunları fark edeceğini düşündünüz mü yoksa gizli kalmasını mı istediniz?

İnsanların kör gözüne parmağım gibi gelebilir. Kelime oyunlarına şu nedenle kısıtlı yaptım; içinde yaşadığımız daha doğrusu maruz kaldığımız hayat tepeden inme doktrinlerle o kadar güçlü ki, biz artık bunların sapıttığı noktaları bile kanıksamışız, gülüp geçiyoruz. Ama maruz kaldığımız şey çok acayip. Kendimce buna biraz dikkat çekmek istedim. Buradaki göndermelerin ne olduğu çok bariz belli oluyor. İnsanların hoşuna gitmeyen, farklı hayat tarzlarına dair ufak göndermeler olsun istedim. 

“NASIL ÇALIŞTIĞINA DAİR ÇAKMA BİLİM KISMINI YAZDIM”

  • Kitap, İthaki ‘den yayımlanmadan önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları İstanbul Öyküleri 3: Bilimkurgu kitabında yer almış. Bu nasıl oldu?

Arkadaşım, çevirmen ve akademisyen Kadir Yiğit Us,  beni İBB’ye tavsiye etmiş, oradan da Ahmet Bozkurt bir teklifte bulundu, bilimkurgu üzerine bir şeyler yapmamı istediler. Ben de ‘ne uzunlukta istiyorsunuz’ diye sorunca ‘yazabilirsin’ dediler. İlk romanım ‘Tepemizdeki Gölge’ 700 sayfa, evet bazen fazla yazan bir insanım, pek iyi bir şey değil farkındayım ama birisi bana ‘yazabilirsin’ deyince de ne yapayım, yazıyorum. Ama bir novella olarak İdük’ün uzunluğunun ayarında olduğunu düşünüyorum.

Yazdıklarımı her zaman güvendiğim insanlara okuturum, eleştirilerini almak için. İthaki’nin o dönemki yayın yönetmeni Alican Saygı Ortanca, öyküyü beğendi ve tek olarak basmak istediklerini söyledi. İBB’ye böyle bir teklifin olduğunu söylediğim zaman ‘ilk olarak bizde basıldığını belirtilirse olur’ dediler. Ben de bunun üzerine öyküyü biraz elden geçirdim, editörüm Merve Çay ile çalıştım, ayrıca bir ek de yazdım. Kadir Yiğit Us’un bu eke katkıları da inanılmazdır. Böylece ‘İdük’ün nasıl çalıştığına dair çakma bilim kısmı ortaya çıktı. Ve kitap da bir parça büyüyerek 110 sayfalık bir şeye dönüştü. 

  • Zihnimde ‘uzun yazmak kolay, kısa yazmak zor’ diye bir bilgi var. Sizce bu doğru mu?

Kesinlikle, şimdi en başta bir şeyleri saçarak yazabilirsiniz, kumaşınızı bol katlı yapabilirsiniz. Sonra onu toparlamaya başlamanız lazım. Çünkü zihninizden çıkan her şey güzel değil ya da kötü olarak göze batmıyorsa da gerekli olup olmadığını sürekli kontrol etmek gerekiyor. İyi yazılmış bir öykü, roman, film, senaryo insan bedeni gibi. Bir yere kadar genişlik, bolluk, etlilik iyidir ama çok kilolu, yağlı ve sarkık olmaması lazım. Çünkü bunun da kendi içerisinde bir matematiği var. 

Tepemizdeki Gölge, uzun bir romandı ama gerçekten uzun olması gerekiyordu. Çünkü karakterin yapısı boşboğaz, çok anlatıyor, çok konuşuyor ve başına ne gelirse kendi anlatısına âşık olmaktan kaynaklanıyor. Kendine bu sevdası sürerken, kademe kademe başka bir anlatının tutsağı oluyor ve bunu kendi boş boğazlığı yüzünden fark edemiyor. Bu nedenle uzundu, ama yine de ilk romanı yazmanın bilinmezliğinden de kaynaklı. Belki üçüncü romanım olsaydı daha kısa olabilirdi. Yine de bu halinden memnunum. 300 sayfa olsaydı elbette daha çok insana ulaşırdı, bu da bir gerçek; çünkü 700 sayfa insanın gözünü korkutuyor. Olsun, korkmayanlar bizimdir.

 


ARŞİV