“Trenleri hala çok seviyorum”

Kitap Günleri’nin bu yılki Onur Konuğu Füruzan. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Füruzan ile yazarlığa başlama öyküsünü, Haydarpaşa Garı’nı, Kadıköy’ü ve çok sevdiği sinemayı konuştuk

01 Haziran 2017 - 13:50

“Parasız Yatılı”, “Kırk Yedi’liler” ve “Benim Sinemalarım”ın unutulmaz yazarı Füruzan, bu yılki Kitap Günleri’nin Onur Konuğu. Türkiye edebiyatında önemli bir yere sahip olan Füruzan, aynı zamanda eski bir Kadıköylü. Öyküden, romana, röportajdan şiire kadar farklı türlerde eserler üreten Füruzan ile yazarlığa başlama öyküsünü, Haydarpaşa Garı’nı, Kadıköy’ü ve çok sevdiği sinemayı konuştuk.

TİYATRO YA DA OPERA…

Bu yıl ikinci defa Haydarpaşa Garı’nda düzenlenen Kitap Günleri’nin onur konuğusunuz. Yazar olarak birçok defa kitap fuarlarında onur konuğu oldunuz ama Haydarpaşa’da olması size ne hissettiriyor?

Haydarpaşa Garı’nda düzenlenen Kitap Günleri’ne onur konuğu olarak katılmak çok daha etkileyici bir şey benim için. Ben İstanbulluyum ama doğum yerim Kadıköy. Kadıköy’de olağanüstü bir çocukluğum oldu. İlk resim çalışmalarımı orada yapmıştım. Çok sık Kadıköy’e gelmesem de, Kadıköy daha iyi bir şehir gibi durmaya gayret ediyor.  Bu da beni sevindiriyor. Haydarpaşa’ya gelince; Haydarpaşa Garı öyle bir yer ki tarihi Osmanlı’ya dayanıyor. Tarihin içinden olağanüstü bir yapı ve Nazım Hikmet ile beraber birçok yazarın şiirinde ve kitabında, hatta bazı Türk filmlerinde çokça yer alan bir yer. Trenleri hala çok seviyorum ama eski trenler yok şimdi ve Haydarpaşa’yla olan bağlantı öyle garip bir şekilde kesildi ki bunun ne anlamı var bilmiyorum. Çocukken oraya gider trenleri seyrederdik. Meraktan lokomotiflerin önüne eğilirdik. Çok sevimli gar amcaları vardı ‘önüne geçmeyin önüne geçmeyin sakın ha derlerdi’.Biz böyle kızlı erkekli ‘peki amca biz burada seyredeceğiz’ derdik. Kadıköy ve Haydarpaşa benim için hep sevinç konusu oldu.

Geçmişte sizinle yapılan röportajlarda yazar olmayı düşünmediğinizi söylüyorsunuz. Ne olmak istiyordunuz?

 Tiyatrocu ya da operacı olurum diye düşünmüştüm. İstanbul Konservatuarı’na da girebildim ama devam edemedim. Orada bir ara şan çalışmayı çok istedim.  Küçük yaşta deniyorlar. Önemli olan kulaktır. Kulağınız olmazsa hiçbir şey yapamazsınız. Onu kazandım devam edemedim, resim çalıştım işte ressamlık yaptım iyi sayılırdı ama tiyatro için uğraştım. Dünya edebiyatının en büyük adamlarını çok sevinçle okudum. Yani öyle bir şey kurabilmeyi hiç düşünmedim. Diğer sanat dallarında yapabilirim diye düşündüm. Fakat 68'lerde… 60'lar biliyorsunuz dünyanın en geç olduğu yıllardır. Dünyamız şimdi fevkalade moruk bir durumda, sadece paralarını sayıyor. İnsanlar malı almak için malın esiri oluyorlar. Böyle bir dönemde yaşıyoruz. Nedense birden bire yazmaya karar verdim ve yazmaya başladım. Çünkü yazmam gerekiyordu.  Bu ülkeye ait insanların hikâyelerini anlatmalıyım diye düşündün.  Onların çoğunu tanıdığımı söyleyemem. Zaten birilerini tanıyarak yazar olmak gibi bir durum yok o da olur ama kurgulayabilmeniz lazım.

İlk kitabınız “Parasız Yatılı” ve sonra diğerleri geliyor.

Sevgili Mehmet Doğan ve Fethi Naci ve diğerleri gerçekten artık şans mı diyeyim ne diyeyim bilmiyorum çok özel bir dünyam olduğunu ve çok özel bir insan olduğumu söylediler. Ankara’da Bilgi yayınevi “Parasız Yatılı” kitabımı basmak istedi. ‘Daha bitmedi’ dedim. ‘Ne yazarsanız yazın kabulümüzdür’ dediler.  Karlı bir gün kalktık Ankara’ya kitabı götürdük.  Kitabın adı tartışma konusu oldu. ‘Kitabı böyle basarsanız tamam ama bu sizin için mümkün değilse ben kitabımı alır geri dönerim’ dedim.  ‘O zaman basarız dediler’. Çok tuhaf bir şekilde ‘Parasız Yatılı’ benim kartvizitim gibi oldu. “Kırk Yedi”liler’e gelince işte 12 Mart’ın o garip günlerinde çok tuhaf şeyler yaşandı.  O sıra kurguyu yaptım ve bitirdim. Sonra Berlin’e gittim. İlk önce Siemens fabrikasına gittim. İşçilerle ilgili bir şeyler yapmam lazımdı. Daha sonra maden işçileriyle çalışmaya karar verdim. Bunun izni çok zor alındı. Çünkü oraya sadece kadın olarak alman cumhurbaşkanının eşi girmiş.  Kadınların girmesine izin vermiyorlar maden ocaklarına.  Ama ben bunu yapmak istiyorum dedim. Başvurum 1 ay sonra kabul edildi. Maden ocaklarındaki çalışma koşullarını ve işçilerin nasıl çalıştıklarına tanık oldum. Bütün bunlar “Yeni Konuklar” kitabımda var.

SİNEMA TUTKUNU BİR YAZAR

Parasız Yatılı’dan bu yana ne değişti Türkiye’de?

Mustafa Kemal’in bir ütopyacı olduğunu düşünüyorum. Bu ülkeyi ve insanlarını o kadar seviyor ki böyle bir ülkeye bunlar yakışır diye başlıyor ve yaptığı hamleleri küçümsemeye imkân yok. O üniversiteler, tiyatrolar, bale, müzik, senfoni orkestrası…  Türkiye’de çok sarsıntılar oldu ve ben bunun ikisinden geçtim. Biri 12 Mart’tı ve çok kötü bir zamandı. Sonra 12 Eylül oldu.  O sırada da sokaklarda insanlar öldürülüyordu.  Şimdikinden farkı yok tabii Ama şimdi hukuk var diye yapılıyor bunlar. Akademisyenler işlerinden atılıyor. Bilmiyorum başka ne söyleyeyim yani değişti mi derseniz ben size on saat bunu konuşabilirim. Ülkem için çok üzülüyorum.

Sinemada da adını söz ettiren bir yazarsınız. Sinemayla olan ilişkiniz nasıl başladı?

Sinemayı herkes sever.  Özellikle çocuklar bayılırlar. Küçükken Kadıköy’deki Opera Sineması’na giderdik. Çocukken film seyretmeye başladığınızda karşınızda olan şeye dalıp gidiyorsunuz ama bu çok seyretmeler daha sonra başarılı olanı size öğretiyor. Diyorsunuz ki ‘bu film iyi değil, bu daha iyi’.Sinemayı sevmek genel bir şey ama sinemayı, filmi okumak bir bilgi. Bu da tek başına olmuyor. Edebiyat, sanat, mimari ve tarih bilgileriniz geliştikçe bir filmi daha iyi anlıyorsunuz.

Sinemaya ‘Ah Güzel İstanbul’ öykünüz ile başladınız.

Evet, Ömer Kavur ile çalışmıştık. Daha sonra Gecenin Öteki Yüzü'nü istedi Ankara TRT'den Okan Ünsaler. Bir koşul koydum ve film bitene kadar sette olacağım dedim. Tamam dedi. Ondan sonra da Kadir Yurdatapan bir film çekmemi istedi. Benim Sinemalarım’ı çektik.  Hülya Avşar büyük bir samimiyet ve büyük bir dikkatle oynadı. İlk gün geldi makyaj vardı yüzünde.’Hülya bu kız makyaj yapmıyor’ dedim.  Gitti hemen yüzünü yıkadı. Çok başarılı bir film oldu. Cannes Film Festivali’ne seçildi. 1991 Uluslararası İran Fecr Film Festivali’nde En İyi İlk Film Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Yine aynı yıl, Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde En İyi On Asya Filmi arasına seçildi.

DÜNYANIN GENÇLİK ZAMANIYDI”

  Kırk Yedi’liler romanınız ile Türkiye’nin politik ve siyasal geçmişi ile bir bağ kuruyorsunuz. Sizin 68’iniz nasıldı?

1968 ruhu dünyanın en genç zamanıydı. Savaş bitmişti.  Ağır bir savaştı ikinci Dünya Savaşı. Amerika'da da Vietnam savaşı şiddetle protesto ediliyordu. Yani bir gençlik zamanıydı.  Soru sormanın, tartışmanın ve yaşamın değerinin bilindiği bir zamandı. Şu an dünya son derece ihtiyarladı. İhtiyarlamanın tipik üç durumu var bence; kendisini garantiye almak, değişikliklerden hiç hoşlanmamak, mal ve mülkünü katiyen kaybetmemek. Kendi kurduğu ortamı büyütmek ve kendisinin herkesin uygun davranmasını istemek. 68'i benim için bu ancak böyle anlatabilirim.

Çok üretken bir yazarsınız. Her yazarın bir çalışma disiplini vardır, sizinki nasıl?

Sevdiğim dostlarım tiyatro,  müzik ve sinemaya olan merakımı bilirler. Yeni bir çalışmaya girdiğim zaman diyorum ki 'aman beni sakın aramayın çalışırken yoğun çalışıyorum'. Çünkü aradıklarında işimi bırakıp yanlarına gidiyorum ve o iş on gün sarkıyor. Çok takdir diyorum mesela Adalet Ağaoğlu hanımı. Her gün çalışırmış,  ne kadar doğru. Gustave Flaubert de öyle. Ben çok okurum.  Okuma merakım küçüklüğümden beri sürüyor. Yazmaya başlayınca da disiplinli oluyorum diyelim.

"Benim için Haydarpaşa Garı çocukluğumun sevgilerinden biridir. Ne kadar çok trene bindim. Her bahanede trene binerdim. Hiçbir şey olmazsa Pendik’e gider gelirdim.  Kadıköy'de olağanüstü bir iskele vardı.  O iskelede kitapçılar,  gazete satanlar vardı. Çok güzel vapurlar vardı. Şimdi yeni vapurlar getirmişler, nerden almışlar bilmiyorum ama camları sıkı sıkı kapalı, dünya çirkini. Nasıl bir şey bu? Bu şehri nasıl yaşıyorlar? Güzellik, estetik kavramları bu kadar mı yerlerde? " 


ARŞİV