Merhum usta gazeteci Abdi İpekçi’nin kararıyla, 29 Eylül 1972’de yayınlanmaya başlayan Türkiye’nin köklü kültür-sanat dergisi Milliyet Sanat’ın, 50 senelik mazisi kitaplaştı. “Türkiye’nin Sanat Hafızası” adlı kitap, halen yayın hayatına devam etmekte olan derginin Türkiye ve dünyayla birlikte geçirdiği biçimsel, içeriksel ve editoryal dönüşümü özetliyor. 10’ar yıllık periyodik derlemeler hâlinde, Cumhuriyet’in 100. yılına armağan olarak sunulan kitap, “sanat gazeteciliği” ekolü olarak Milliyet Sanat’ın edebiyat, sahne sanatları, sinema, görsel sanatlar, arkeoloji, tasarım ve müzikle yeni binyılın farklı yaratıcılık alanlarının bütün emekçileri için ne tür bir ifade, öğrenim, eleştiri ve arşiv kaynağı olduğunu gözler önüne sermeyi deniyor. Kitabı hazırlayan kişi ise “kendimi, bir tür bahçe saydığım Milliyet Sanat dergisinin türlü sayfalarında en çalışkan şekliyle vızıldayan bir arı gibi” diye betimleyen Evrim Altuğ.
(Fotoğraf: Çağatay Kenarlı)
Altuğ ile hem kitabı hem Türkiye sanatını konuştuk.
“Türkiye’nin Sanat Hafızası” ifadesini ‘Milliyet Sanat 50. Yıl Kitabı” alt başlığı üzerine çarpıcı biçimde kondurmak, çalışmanın kapsadığı aktüel, tarihsel ve kültürel derinlikten çok etkilenen Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mete Belovacıklı’nın fikriydi. Ülkedeki sosyal, siyasal, sanatsal ve kültürel dönüşümün güncesi olarak Milliyet Sanat dergisinin Türkiye’nin yarım asırlık sanat hafızasına yeri doldurulmaz ve taklit edilemez, çok sesli ve samimi bir anlatı kattığından ben de kuşku duymuyorum.
Yazar, muhabir ve çevirmen, merhum Orhan Duru’nun, derginin 17 Kasım 1972 tarihli sayısında dönemin siyasetçilerinin kütüphanelerini okurun ilgisi adına günışığına çıkarmış olmasını bu listeye kuşkusuz koyabilirim. Yine dönemin demokratik sol anlayışa sahip CHP kökenli aydın siyasetçisi, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Türkiye Şubesi’nin aktif üyesi ve çevirmen, şair Bülent Ecevit’in, dergiyle bağının son derece sağlam olduğunu görüyorum. Ecevit, sözgelimi Sabahattin Eyüboğlu’nun vefatı üzerine dergide kalemiyle onu uğurlarken, 8 Ağustos 1975’te gittiği Romanya gezisinde gördüğü heykeltıraş Constantin Brancusi hakkında dergiye bir metin yazarak kapak konusu seçiliyor. Bunun yanı sıra Varoluşçuluk akımına damga vurmuş Fransız düşünür Jean Paul Sartre’ın, yaşanan sansür ve rejimin aydınlara yönelik o dönemki baskıcı tavrı üzerine yolladığı dayanışma telgrafı, yine Milliyet Sanat dergisinin 1976 arşivinde tarihe kaydoluyor. Milliyet Sanat dergisi, çatısı altında Cemal Süreya’dan Onat Kutlar’a, Bedrettin Cömert’ten Yaşar Kemal’e, Nazan Ölçer’den Ferzan Özpetek’e, Attilâ İlhan’dan Gülten Akın’a, Mengü Ertel’den Aziz Nesin’e, Füruzan’dan Turhan Selçuk’a ve Server Tanilli’den İpek Duben ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’na pek çok kalemin gerek eleştiri, gerek röportaj ve gerekse edebî, görsel, akademik ürünleriyle sürekli tazeledikleri, yapıtlarıyla buluştukları bir dergâh vazifesi üstleniyor. Görüldüğü gibi o dönemde kültür ve sanat âlemi, özellikle doğuşu sırasında Akal Atilla, Şakir Eczacıbaşı gibi öncüleriyle bir gazete çatısında oluşturulan bu dergiyi, merhum Abdi İpekçi’nin de hep vurguladığı gibi ‘çoğulcu demokrasi’ anlayışını halkın gündemine servis ederek, bir tür kültür politikasına öncülük ediyor.
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ KONUSU
İfade özgürlüğü, bu çerçevenin öncelikli unsurları arasında geliyor. Baskıcı rejimlerin aydınlara dönük tavırları, onları gerek edebiyat, gerek sinema, gerek görsel sanatlar ve sahne sanatlarında daha yaratıcı olmaya sürüklüyor. Keza kimi sanatçı, yazar ve akademisyenler, yaşanan suikastlerin de verdiği olumsuz havadan uzaklaşabilmek adına bugün de yaşadığımız beyin göçünün öncüleri olarak kayıtlara geçiyor. Sürekli çalkalanan Batı ve Doğu ile, popüler ve elit arasındaki Türkiye’nin kendi kültürel kimliğini yaratma macerasının en aktüel ürünleri, ‘ast üst gözetmeden’ hep okurun ilgisi ve haber alma özgürlüğü lehine dergi arşivlerine katılıyor. Böylece, dergide Sarkis de, sanatta eşcinsellik de, güneydoğuda 1990’larda yaşanan operasyonlar da, üniversitelerde şiddete aydınların tavrı da, ‘Köylü Hüseyin’in resim sergisi de, Walt Disney’in profili de, Picasso’nun vefatı da, Elia Kazan’ın Yılmaz Güney ile buluşması da, ‘sanatta müstehcenlik’ de kapak konusu seçilebiliyor. Dergi, ele aldığı meselelerin sıcaklığı sebebiyle her fırsatta söylediğim gibi, Türkiye ve dünyanın kültür hafızası adına, geleceğin özgeçmişini yazıyor.
Kitap, aslında tam da bu soruyu okurlarıyla paylaşmak ve tartışabilmek arzusuyla hayata geçirilmiş gibi görünüyor. Milliyet Sanat Dergisi, örneğin Anadolu Mektupları köşesini açarak okurunu itmeyip, aydınlarla ‘taşra’ deyip itilen onca yerel kültür ve sanat üretim girişimi arasında bir iletişim ve üretim köprüsü kuran bir dergi olarak, kayıtlardaki yerini alıyor. Bu dergi aynı zamanda, Ankara Sanat Tiyatrosu çatısındaki tiyatrocuların grevine destek olabilmek adına bugünkü adıyla İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde 40 sanatçıyla geç 1970’lerde açtıkları sergiyi de haberleştiriyor. Türkiye’de siyaset ve kültür arasındaki yaratıcı gerilim, neredeyse tarihi boyunca derginin tanıklık ve forum çerçevesinden hiç eksilmiyor. Böylece dönemin sağcı siyaset adamlarından Oğuzhan Asiltürk de, dergiye ‘Sinemada Müstehcenlik’ gibi bir metin ilettiği gibi, dergi dönemin ‘Seks Filmleri’ furyasını da enine boyuna kapak konusu yapabiliyor. Keza dergi, Ferit Edgü’nün kalemi ile ‘İslâm Kaligrafisi ve Çağdaş Resim’ ilişkisini yine kapağında şereflendirirken, fotoğraf sanatının tarihi ve Türkiye’deki yükselişi, açılan derneklerin ve bu disiplinde önümüze çıkan Ara Güler, İsa Çelik, Fikret Otyam ve Nuri Bilge Ceylan gibi öncülerin varlığıyla hep gündemde tutuluyor. Charlie Chaplin de, Oğuz Atay da, Sevgi Soysal da, Bedri Rahmi de alkışlarla uğurlandığında, Milliyet Sanat, en kapsamlı analizler ve kalemleriyle tarihe bırakacağı kalıcı izin farkındalığı içinde, hep yapması gerekeni yapıyor. Giderek artan sayfa sayısıyla dergi, hem ulusal, hem küresel çapta okurunu bilgilendirme ve paylaşma misyonunu sürekli, yeni imzalarla tazeliyor.
Yaşadığı dünyanın ve ülkenin gerçekliği ve gerçek dışılığının oluşumunda kültür ve sanatın halka ne gibi bir tanıklık ve iletkenlik vazifesi üstlendiğini görecek. Kâğıt zamlarının, hapse atılan, yargılanan sanatçıların, yıllar önce dışlanırken, yıllar sonra göklere çıkarılmış imzaların Türkiye’nin hafızasına niçin kazınmış olduğunun seviyelerini görecek. Sözgelimi yaklaşık çeyrek asır evvel, derginin Genel Yayın Yönetmeni Tuğrul Eryılmaz dönemindeki. tartışmalı kapak konusu Tarkan’ın, 2023 Türkiye’sinde artık niçin bir ‘kanaat önderi’ olduğunu, ‘popüler’ denip burun kıvrılmış Russel Crowe’lu Hollywood yapımı ‘Gladyatör’ün, aldığı Oscar ödülleri ve şu anki ikinci bölümü heyecanının neden daha en önceden sezildiğini görecek. Veya kardeşlik türkülerini Diyarbakırlı çocuklarla söyleyen Sezen Aksu’nun, gerek sesi, gerek kitlelerin vicdanının nota defteri haline nasıl geldiğini görecek. Ya da Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk ile Milliyet Gazetesi’nin bağının, esasen 30 yılı aşan bir süredir niçin bu kadar sağlam olduğunu görecek. Ya da Ruhi Su’nun, Genco Erkal’ın, Fikret Kızılok’un, İlhan Berk’in, Cemal Süreya’nın, Erdal Öz’ün, Yıldız Kenter’in, Onat Kutlar’ın, Yaşar Kemal’in, Tülay German’ın, Nil Yalter ve Füsun Onur’un, gelecek kuşaklara niçin bu kadar değerli birer miras haline geldiğinin ipuçlarını, deyim yerindeyse sayfa sayfa, gözleriyle, tarihin satır aralarından toplayacak.
EDEBİYATIN KARŞIYAKASI: KADIKÖY
Bu benim için de çok lüzumlu bir kapak konusuydu. Avrupa yakasında yaşadığım içindir ki, Kadıköy kültürü ve geçmişine yönelik cehaletim, bu dosyayı kitapta bilhassa işlememe kıymetli katkıda bulundu. Özellikle edebiyat ve görsel sanat ustalarının bu tarafta neler yaptığı, sahafları, meyhaneleri, çok kültürlü geçmişiyle Kadıköy’ü tanımam adına yeri doldurulmaz bir deneyimdi. Eray Canberk’in kaleminden ‘Perşembe geleneği’ni öğrenmek, ‘Ressam Meliha Abla’nın varlığı ile bu geleneğin salt erkeklere özgü olmadığına sevinmek, Deniz Meyhanesi, Hatay İçki Evi, İstasyon Çay Evi gibi bir çok adreste Füruzan, Asım Bezirci, Sunay Akın ve Cemal Süreya ile Ahmet Köksal gibi simalarla çakışmak, herhalde bir dönemin Kadıköy’ünde semti daha da ‘Parizyen’ kılan, emsalsiz, bohem deneyimlerden olsa gerekti.
Kadıköy’le ve buranın sanat ortamıyla alakanız nasıl? Kadıköy genelde her konuda keza sanatta da öyle hep ‘karşı’ olmuş. Bu tespite katılır mısınız? Neden böyle?
Yarı şaka, yarı ciddi şunu söyleyebilirim: Kadıköy ahalisinin Adalar veya Avrupa’daki zaman, mekân ve insan buketinden her çakırkeyif dönüşünde Şehir Hatları güvertelerinde bunu düşünecek ve hayata geçirecek çok zamanları olduğu için olabilir. Kimbilir ne yolluk kadehler, ne kelle paçalar, ne ev kahvelerinde Kadıköy, Avrupa yakasına taş çıkarır ‘karşı’lığını Avrupa’ya hep vermiş, verecek gibi de, özellikle Gezi’den bu yana alenen öyle görünüyor. En azından sefer saatleri, her biri başka bir solist haline gelen vapur düdükleri, martı kahkahaları ve yanık çıtır simitlerin karper peynire aşkı buna tıkır tıkır, dilim dilim müsaade ediyor…
Son yıllarda Kadıköy sanat alanında yükseliyor. Bu popülerlik halini nasıl yorumluyorsunuz?
Kitap zamlarına bıyık altından gülen idealist sahafların yeni nesle adeta hocalık edercesine indirim tebessümleri, Süreyya Operası’nın her etkinlik ve eyleme kucak açan çok sesliliği, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin çay bahçesi, Gazhane, Sinematek, Moda kahveleri, Kadıköy barları ve meyhaneleri derken, tüm bu özgürlükçü, nesiller arası irtibat mekânları, birbirleriyle mümkün mertebe en demokratik, gayrı rekabetçi bir çoğulluk halinde ve iyi ki var oluyor. Bu kolektif durum ‘karşı’da açılan sanat galerileri ve burada barınan yeni nesil sanatçıların emeğini de, kamusal sanat eserlerinin görünürlüğünü de, kedi nüfusunu da mırıl mırıl kamçılıyor. Bundan olabilir sanırım.