Yaşam bir ‘Oyun' mu?

Kadıköy Modalı yazar Filiz Elasu, ilk romanı ‘Oyun’da, 90’lı yılların Türkiyesi'nde geçiyor.

28 Kasım 2012 - 10:34

Söyleşi: İsmail BİÇER


Filiz Elasu, edebiyat ve sanat dünyasıyla yakından ilgilenenler için yabancı bir isim değil… “Yeni Harman”da makaleleri ve ilgi çekici röportajlarıyla, Yön Radyo’da hazırlayıp sunduğu “Music Junction” adlı İngilizce programla biliniyor. Kısa bir süre önce, Destek Yayınevi markasıyla çıkan “Oyun” adlı ilk romanı oldukça beğeni topladı. Filiz Elasu’yla, 90’lı yılları anlattığı romanı üzerine konuştuk.
 
-Makaleler, radyo programları ve şimdi de ilk roman; “Oyun”… Belki klasik bir soru olacak; neden roman?
Madem klasik bir soru sordunuz, ben de klasik bir cevap vereyim: Çocukluğumdan beri iyi bir okurum ve edebiyatın çeşitli türleriyle hep bir uğraş içerisinde oldum. Kimi yazın türleri arasında akışkanlık çok kolay olmasa da makalelerden tutun, öykülere, şiirlere hatta akademik tezlere hepsinin bir şekilde yazma edimine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Roman, uzun soluklu bir yazın türü elbette; öyle ki yirmili yaşlarımdan itibaren başlayıp yarım bıraktığım epey roman çalışmam oldu. Birini bitirebilmek, demek şimdilerde mümkün olacakmış…
 
-Peki, “Oyun” nasıl çıktı ortaya ve bu adı nasıl aldı? “Oyun”u aynı zamanda insanların yaşama bakışının bir izdüşümü olarak görebilir miyiz?
“Oyun”, kitabın girişinde bulunan, yine yirmili yaşlarda yazdığım deneme-öykü tarzındaki metne verdiğim isimdi, romanı o metinden yola çıkarak yazmaya başladım. Yazarken de geçici olarak bu ismi kullandım ancak tüm arayışlarıma ve bir iki kere fikir değiştirmeme rağmen, bir türlü ondan vazgeçemedim. Sorunuzun devamına gelecek olursak:“Oyun”, Türkçe’nin genel karakterine uygun, bir dolu anlamı bulunan, deyimlerle, atasözleriyle farklı kullanımları olan son derece zengin bir kelime. 80’li yıllarla birlikte ise kullanımı epey çeşitlenmiş, kimi ideolojik söylemlere eşlik etmesine rağmen insanların pek de ayırdına varmadan kullandığı bir kelime. ‘Kazanmak’, ‘kaybetmek’ ve ‘oynamak’ üzerine fikirler üreten, günlük yaşam içerisinde ve ilişkilerinde bu kelimeleri ve türlü versiyonlarını kullanan bir dolu insan var çevremizde. “Yaşam bir oyun mu?” Modern insanın ancak oynayarak mutlu olabileceği şeklinde teoriler üretenler de var günümüzde. Ben, üç yüz küsur sayfa yazdım… Okur, kendi karar versin derim.
 
-Romanın geçtiği dönem 1990’lar Türkiye’si… Bu dönemin sizin açınızdan önemi nedir?
90’lar sadece kumarhanelerin Türkiye’de yaygınlaştığı bir dönem değil, aynı zamanda ülkede ekonomik, politik, sosyolojik açıdan büyük sarsıntıların yaşandığı, ülke üzerinde çeşitli oyunların oynandığı bir dönem. Turgut Özal’la başlayan liberalleşme hamleleri, 5 Nisan kararlarının getirdiği ekonomik kriz, rekor enflasyon oranları, 96’da AB Gümrük Birliği’ne giriş, 28 Şubat, toplumdaki muhafazakârlaşma ve cemaatleşme olgusu, Susurluk olayı, köy yakmalar, kayıplar, Cumartesi anneleri, Sivas olayı, özel radyo ve televizyonlar, köşe dönmeciliğin zirve yapması gibi pek çok örnek sayabiliriz. Tüm bunlara ilaveten, Sovyetlerin dağılmasıyla 80 darbesinin ardından ikinci bir darbe yiyen Sol’da bitkinlik, halkta ve gençlikte oluşan depolitizasyonu ekleyebiliriz. Tek bir alan hariç; ‘kadın hareketleri’… Kadınların liberal ekonomiye katılımının önünün açılmasını sağlayan bir dizi kararla birlikte, sosyal anlamda daha aktif, daha görünür olması… 90’larda kurulan ‘Mor Çatı Derneği’, feminizm, “Bedenimiz bizimdir!” sloganları, kadınların mor iğneleri, bekâret kontrolü protestoları, 93’te Tansu Çiller’in, bir kadın başbakanın göreve gelmesi gibi örnekler bu döneme damgasını vuran, kadının özgürleşmesi, bir takım tabuların kırılması açısından son derece önemli gelişmeler. Romanın tüm bunlardan izole gibi görünen apolitik atmosferinde, karakterleri üzerinde dönemin ve ülkedeki dönüşümün gölgeleri var. Bunlar, bence o döneme ait olduğu kadar geleceğe, şimdiye de ait gölgeler…
 
-Romanın geçtiği mekân oldukça dikkat çekici: Kumarhane… Sanırım edebiyatımızda bir ilk, yanılıyor muyum?
Benim bildiğim kadarıyla da evet. Tabii yanlış biliyor olabilirim…
 
-Romanda siyah dizgiyle ve birinci tekil kişi anlatımıyla verilen ‘Topal’karakteri ilgi uyandırıyor; romanın sonunda da çözülüyor düğüm. Bu karakterin 1996’da öldürülen ve kamuoyunda ‘Kumarhaneler Kralı’ olarak bilinen Ömer Lütfi Topal’la bir ilişkisi var mı?
‘Topal’, edebiyatımızda sık kullanılan bir lakap. Benim romanımda mafya, çeteler, organize suçlar yok; ancak Ömer Lütfi Topal’ın farkında olarak, özellikle seçtim bu ismi.
 
-Peki,Türkiye kumar salonlarıyla ilk kez Turgut Özal döneminde tanıştı. Özal, aynı zamanda Nakşibendi tarikatına olan yakınlığıyla da biliniyordu. Nasıl oluyor da kumarhaneler onun döneminde bu kadar yaygınlaşabiliyor?
Hatırlarsanız, Turgut Özal, Milli Selamet Partisi geleneğinden gelen, Türkiye’yi ‘altı Malatya, üstü Teksas’ yani ‘küçük Amerika’ yapma isteğini sık sık ifade etmiş, ‘milliyetçilik’, ‘muhafazakârlık’, ‘dindarlık’ söylemlerinin yanı sıra, aslında ağırlıklı olarak ‘liberal’ ve ‘pragmatist’olan bir liderdi. ‘Serbest piyasa ekonomisi’ onunla yerleşmişti ülkemize. Yine hatırlarsanız, dış politikamızda “bir koyup üç almak” yaklaşımı da Körfez savaşı sırasında, onunla başlamıştı. Bu bağlamda, kumarhanelerin Özal döneminde açılmış olmasında bir çelişki göremiyorum. Ülkeyi bir kumarhane ekonomisi olan Amerikan kapitalizmine eklemlemekte bir sorun görmeyen zihniyet, kumarhane açmakta niye bir çelişki yaşasın?
 
-“Oyun” için, aynı zamanda ‘bir kadın romanı’,‘feminist bir roman’ da diyebilir miyiz?
Kadının özgürleşmesi ülkemizde şimdiye kadar hep Batı’ya öykünerek olmuş. Bu Tanzimat’tan beri böyle… Cumhuriyet döneminde de tüm kazanımlara rağmen kadın aslında hep ‘edilgen’ konumda. Örneğin kadının çalışma hayatına kocasının izni olmadan katılabilmesinin önü dahi 1990’da alınan bir kararla gerçekleşti. Kadının cinselliği ve kendi bedeni üzerinde söz sahibi olması ise bildiğiniz gibi günümüzde dahi tartışma konusu ve kadına şiddetin ana nedenlerinden biri. Durum böyle olunca, romanın esas karakterlerinin kadın olması ve bunların koşullarına, farklı konumlarına ve seçimlerine rağmen gerek duygusal ilişkilerinde gerekse iş hayatlarında etkin karakterler olması, bir kadın romanı olduğunu düşündürtebilir. Ancak, yazar olarak ve kendini ‘kadın yazar’ kategorisiyle sınırlamayı doğru bulmayan biri olarak, romanı da bununla sınırlamanın doğru olmadığını, farklı düzlemlerde okunabilecek bir roman yazmayı hedeflemiş olduğumu belirtmek isterim.
 
-Romanda Alan, Alisa, Anna, Ruben gibi Batılı karakterler var. Onların aşka bakışıyla Melahat ve Semra’nın aşka bakışı arasındaki farklılıkların kaynağı nedir; niçin Batılılar?
Kişilerin kendi öznel koşulları kadar, içinde bulundukları toplumun koşullarından kaynaklı bakış açıları, yaklaşımları olacaktır. Bu kaçınılmaz. Bu durum aşka ve ilişkilere yaklaşım açısından da geçerli… Batı’da her şey mükemmel değil elbette; bunu biliyoruz. Ancak Semra ve Melahat’ın yaşamak zorunda olduğu şeyler o dönemin Batılı roman kahramanlarının yaşadıklarından farklı olsa gerek. Daha önce belirttiğim gibi, madem özgürleşmek için Batı’ya öykünüyoruz, onları referans alıyoruz, bu durumda onları da romanlarımızda işlememiz gerek diye düşünüyorum.
 
-Romanın başkahramanı Semra, çalışma hayatında birçok kadının yaşadıklarını yaşıyor; işyeri yöneticisi Alan’ın tacizleri karşısında direniyor. Semra’nın başkaldıran dik duruşunu bütün kadınlara (haklı olarak) örnek olarak sunuyorsunuz… Yanılıyor muyum?
Ben hiçbir şey demek istemiyorum. İsteyenler romanın kahramanları… Onların söyledikleri ise, okurla kendi aralarında…
 
*OYUN
Filiz Elasu
Destek Yayınevi, 2012
244 sayfa.
 
 

ARŞİV