Malatya’dan Kadıköy’e uzanan yaşamını “şiire yükleyip götüren” şair ve yazar Arife Kalender, “Şiirlerimi Malatya ile Kadıköy arasındaki köprünün üstünde yazdım. Bazı dizeler, şiirler, imgeler doğudan, bazıları Göztepe’den, Çemenzar’dan, Moda’dan. Bazı imgeler karlı, geçit vermeyen dağlardan, bazıları denizden. Bazı yaşamlar gelenekselden, bazıları günümüzden. Aslında bu durumun şiirimi varsıl kıldığını söyleyebilirim.” diyor.
Kadir İNCESU
Arife Kalender işin şiir vazgeçilmezlerden… Son zamanlarda düzyazıya ağrılık verse de şiirin ayrı bir yeri var yaşamında. Arife Kalender ile sanat yaşamını ve Kadıköy’ü konuştuk.
-Şiirle, edebiyatla tanışmanız nasıl oldu?
Bu tür sorulara, her seferinde farklı yanıtlar verdiğimi fark ettim. Gördüğüm kadarıyla şiirle tanışmam, şiir yazmamdan çok evvel başlamış. Çocukluk yıllarımdaki her olayı, sesi, kokuyu, düşünce ve duyumu; sonradan yazıya geçirmek üzere kaydetmiş, toplamışım. En büyük hazine çocukluğumuzdur. Bugün bile o gizli ambardan şiire imgeler, sözcükler, görüntüler çekiyorum.
Tüm sanat dallarının birbirini etkilediği, değiştirip dönüştürdüğü bilinir. Ömrümün ilk yılları her yönden çok zengindi. Acı, hüzün, keder zengini. Sevinç, şaşkınlık, sevgi zengini. Çok küçük yaşlarda yoksulluğu ve gurbeti tanıdım. Ayrılığın ölümle tartıldığı türkülerin ortasına doğdum. Malatya’ya bağlı Arguvan ilçesi’nin Ermişli köyünde dünyayla göz göze gelmişim. Sözün, yaşamı güzellediğini orda öğrendim.
Her açıdan varsıldı doğduğum yer. Alevi-Bektaşi inancı ve felsefesi yüzünden; okuyup yazmadan; Pir Sultan, Fuzuli, Hatai, Nesimi deyişleriyle, sazla müzikle tanışmıştım. İmece, yardımlaşma, birbirine saygı ve sevgi yaşamın içindeydi. Doğadaki ve insandaki güzelliği, toplumdaki çelişkileri erken görmüş, çocuk dünyamın masallarıyla süslemiştim.
Bana şiirle ne zaman tanıştınız diye soruyorsun. Doğar doğmaz. Doğayla, insanla… Ağıtla, türküyle, öykülerle, ayrılıkla, gurbetle, kavuşmayla, aşkla doğar doğmaz tanıştım. Ortaokul yıllarında da; biriktirip, topladıklarımı yazıya taşıdım. Yaşamı şiire yükledim, götürüyorum.
-Ortaokul 2. sınıftayken yazdığınız şiir nedeniyle yaşadığınız olaylar, sonraki dönemde hayata bakışınızı nasıl etkiledi?
“Kış Geldi” başlıklı şiirimi öğretmenim Hasan Başyurt okuyunca çok beğenmiş “Kalender, bu şiirini ‘Düşler’ gazetesinde yayınlatalım” demişti. Öğretmenimin önerisini sevinçle kabul etmiş, birlikte şiiri gazeteye götürmüştük.
Kiracımız Hıdır Abi adliyede kâtipti. Bir akşam iş dönüşü karşılaşınca “Arife, sen şiir miir yazıyor musun?” diye sordu. Gazeteye bıraktığım şiiri unutmuştum. “Evet, Hıdır Abi” dedim. Bir an duraksadıktan sonra “kızım sen komünist misin, yazdığın şiiri cumhuriyet savcısı bilirkişiye gönderdi” dedi. Savcılığın görevlerini, bilirkişi kavramlarını çok iyi bilmesem de işin içinde resmi ve tehlikeli bir şey olduğunu sezinledim. Hıdır Abi “Gazeteyi İstanbul’daki bir profesöre yolladık, bir aya yakın bir sürede yanıt gelir. Eğer şiirini suçlu bulursa hapse girersin” dedi.
“Şiir ve suç” konusunda çok düşünmüştüm. Şiirin sanıldığı kadar masum olmadığını, sakıncalı olduğunu, adamı derde, belâya götüreceğini o zaman sezinledim.
Bir süre sonra yanıt geldi. İddia edildiği gibi şiirde komünizm propagandası yapılmadığı, bir sınıfın ötekine üstünlüğü savunulmadığı, çocuk bakışıyla doğanın insanın üstündeki gücünden söz edildiği yazılarak, şiir aklanıyordu.
Bilirkişi raporuyla korku ve kaygılarım geçerken, kendimi önemli bulmaya başlamış, bilmediğim konuları araştırarak, gece gündüz okur olmuştum.
Bilmek rahatsız olmaktır, bilmemek rahatlık… Sakıncalı bulunan bir şiir, ömrümü soru işaretleriyle doldurdu. Sordukça yenileriyle karşılaştım. Buldukça ağırlaştım, ağırlığımı sözcüklere taşıttım. Ne şiir beni bıraktı, ne de ben şiirden ayrıldım.
-Kadıköy ile ilgili ilk izlenimleriniz neler oldu?
Lise son sınıfta İstanbul’a taşındık. İlk adresim şöyleydi: Gelengül Durağı, Mehtap Sok. Çiçek Çıkmazı, Martı Apt. Caddebostan.
Malatya’nın ovası yeşildir, ama etrafını çevreleyen Bey Dağları çırılçıplaktır. Ekimde yağmaya başlayan kar hazirana kadar erimez, apartman boyu sarkıtlar halinde buzlar oluşurdu. Aylarca her taraf beyaz, her taraf bembeyaz. Toprak rengine bile hasret kalırdık. Hele köydeki kışlar… Aç kurtlar evlere kadar yaklaşır, odun biter, pencerelerden tipi ve boranın tehditkâr kırbaçları şaklardı
Şimdi geldiğimiz bu şehri İstanbul’da; martı, gül, çiçek, mehtap sözcükleri bile yaşamın yumuşak ve mutlu yanlarını sezinletiyordu. Ölüm sessizi gecelerden sonra geceleri bölen bozacı sesleri, yılbaşı çiçeklerini satan çingeneler, yoğurtçular, sütçüler… Gecesi sesli, gündüzü sesli İstanbul.
İlk şaşırdığım şey Göztepe Parkı’ndaki çiçekler ve yeşil ağaçlar oldu. Bizler yeşil yoksuluyduk. Dedim ya aylarca kar renginden başka şey yoktu. Şimdi burada menekşeler, kasımpatılar, çamlar, çalılar, güller, mavi lacivert deniz… İlk zamanlar çiçekleri koparıp eve getiriyordum. Bu da yoksulluğun, renk yoksulluğunun sonucuydu!
Lise son sınıfı Fenerbahçe Lisesi’nde tamamladım. Buradaki kızlar, kadınlar farklıydı. Sınıf arkadaşlarım röfleli, mini etekli, makyajlı.Çoğunun ülkede olup bitenlerden haberi yoktu.
Geldiğim yerde ‘namus’ adı altında, her yıl birkaç tanıdığım öldürülürken, intihar ederken, bu kentte her şey tersine dönmüştü.
Bir gün çiçekçide papatyaları görünce çok sevinmiş, satılık olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Papatyanın fiyatı, bana İstanbul’da her şeyin satılık olduğunu öğretti. Kadınların, erkeklerin, çocukların, ağaçların, kuşların, denizin, balığın, havanın, suyun, kıyının, teknenin, evin, ocağın… Her şey satılıyor İstanbul’da!
-Çocukluk ve gençliğinizin geçtiği Malatya ile Kadıköy arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
Az önce açıkladığım gibi. O bağı hâlâ kurabilmiş değilim. Biri batı, biri doğu. İki zıt pencere. Tarihsel olarak baktığımızda da hep farklı olmuşlar. Edebiyat ve sanat alanında da ayrı kutuplar olarak görüyorum.
Şiirlerimi Malatya ile Kadıköy arasındaki köprünün üstünde yazdım. Bazı dizeler, şiirler, imgeler doğudan, bazıları Göztepe’den, Çemenzar’dan, Moda’dan. Bazı imgeler karlı, geçit vermeyen dağlardan, bazıları denizden. Bazı yaşamlar gelenekselden, bazıları günümüzden. Aslında bu durumun şiirimi varsıl kıldığını söyleyebilirim.
-Yaşadığınız iki kent şiirinize nasıl yansıdı?
Nerede neyi yaşıyorsak, orası dizelerimize siniyor. Tüm şiirlerimde yaşadığım kentler, semtler sezinlenir. İki kentin asıl buluştuğu, buluşturulmaya çalıştığım yeri “Delibal” kitabımın son bölümündeki “Ağrı İstanbul’a Benzer” başlıklı uzun ve destansı çalışmamdır.Her bölümün sonunda “Her dağa bin doruktan/ her şehre bin kapıdan girilir” dediğim bu şiirlerde, hem İstanbul hem de Malatya var. Doğudan batıya, insandan insana göçler var, göçlerin dertleri, sorunları var.
-Kadıköy’e ilk adım attığınız günlerden neleri özlüyorsunuz?
Ahhhh! Sevgili Kadir, kendimi özlüyorum. Saçları iki örgülü, şaşkın gözlerle Malatya’dan gelip Kadıköy’ün rıhtımına, yeşiline bakan o kızı… Kentler, semtler değişir, yollar, meydanlar da. Her dönemde evler hemen hemen birbirine benzer. Eskiyenin yerine yenisini yaparlar. İnsan ömrü öyle mi? Gençliğin, çocukluğun yeri değişmiyor. İşte ben, o geri gelmeyen, yenisi yapılmayan ömrümü özlüyorum.