Türk edebiyatının önemli öykücülerinden, 45 yıllık Kadıköylü, “Gözbebeğim Göztepe” kitabının yazarı Celal Özcan “Göztepe, bir semt olarak pek çok artılarından nasiplendiğim bir yer”diyor.
Kadir İNCESU
Celal Özcan Türk edebiyatının önemli öykücülerinden birisi… Aynı zamanda ressam... 45 yıldır Kadıköy’de yaşıyor. Celal Özcan ile sanat yaşamını ve Kadıköy’ü konuştuk.
-45 yıldır Göztepe’de oturuyorsunuz. Bu süreçteki değişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu bir gelişim mi yoksa yok oluş mudur?
Kesin bir hükümde bulunmak yanlış olur elbette. Bazı yönlerden gelişmişlik göze çarpmakla beraber bu semtin de, onu “kendine özgü”lüklerle yansıtan yönlerinin önemli bir bölümü ne yazık ki örselenmiş, yok edilmiştir. Bir zamanlar köşkler, bahçeler, villalar semti olan Göztepe bugünlerde gökdelenlerle gölgelenen bir değer yitimine de uğratılıyor. Tipik örneği ise meteoroloji istasyonu arazisine inşa edilen 46’şar katlı vahşi yapılar…
-Göztepe Celal Özcan’ın yaşamına neler kattı?
Göztepe, gerek coğrafi hudutları, gerekse nüfusu ve de insan profiliyle ve de kurum ve kuruluşları açısından belki de Kadıköy dâhilindeki en etkin semt olarak özel bir önem taşıyor. 45 yıla yakın bir süre yaşamama karşın Göztepe’yi tüm özellikleriyle tanıma ve onun yaşamımıza kattığı, bizi besleyen değerlerini daha açık bir netlikle algılamayı duyumsayabilmem ancak 2009-2010 yılları sürecinde gerçekleşti. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa “Kültür Başkenti” ilanı fırsatıyla oluşturulan semt kitapları içinde istek üzerine yazdığım Gözbebeğim Göztepe adlı kitabımın oluşum sürecinde semtimizi asıl gerçekliğiyle tanımış oldum. Pek çok ünlü sanat adamı yazar ve şairin de yaşadığı semtimizde her biri arkadaş ve dost bağlamında yakınlıkla iletişimde bulunduğum usta değerler elbette artı katkılar sağlamıştır. Sanat dünyası olarak oldukça önemli galeriler de bulunan semtimizde bir de kendime ait Resim Galerisi açmış olmam bir başka renk ve de zenginlik sağlamıştır yaşamıma…
-Yaşamınızın büyük bir bölümü Göztepe’de geçti… Yaşadığınız diğer yerlerle Göztepe’yi kıyasladığınızda ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
Benim çocukluğumun ve gençliğimin bir bölümü Çatalca’da, ardından İstanbul Aksaray Horhor kesiminde geçmiştir. Andığım zamanlarda gerek Çatalca ve gerekse Fatih ve Aksaray, gerçek İstanbul semt ve ilçeleri özgünlüğüyle tam “kendisi” diyebileceğimiz özelliklerdeydi.
Sonra öğretmenlik adına çalıştığım Pendik Lisesi ve Kartal Lisesi yıllarımda bu semtler de özel nitelikleriyle oldukça özgün yerlerdi. Plajlarıyla, yapı kültürüyle, yaşama biçimiyle… Göztepe elbette Kadıköy ilçesinin genel sosyal ve kültürel değerlerinden ve tarihinden beslenen nitelikleriyle ve de sanatçıları, sanat kurumları ile daha bir varsıl nitelikler yansıtan bir semt olarak pek çok artılarından nasiplendiğim bir yer oldu, olmakta…
-Göztepe’nin, Kadıköy’ün diğer semtlerine göre özgün yanları var mı?
Yukarıda da bir dereceye değin belirttiğim gibi, Göztepe, Kadıköy ilçesi semtleri içerisinde gerek coğrafi genişliği gerek nüfus olarak kalabalıklığı (70 bin kadar) ve bağrında yaşayan, değerleriyle çevresini besleyen aydınlatan sanatçılarıyla, bahçeli evleriyle, pek çok semti kıskandıracak değerde ünlü parklarıyla öne çıkıyor.
-Yazın dünyasına girişiniz nasıl oldu?
Edebiyat üretimlerime şiirle başladığım doğrudur. 1960 ortalarından itibaren edebiyat dergilerinde şiirlerim ve hatta şiirlerimin yanında siyah-beyaz gravür tarzı resimlerim yayımlanmaktaydı. Bu çalışmalarımda destekçi ve yüreklendirici değerlerle tanışmam beni edebiyat üretimlerine daha bir yönlendirmiştir. Mehmet Başaran, Mehmet Seyda, Kerim Korcan, Refet Özkan ve özellikle de Şükran Kurdakul’un yüreklendirici etkileri yaşamımın onur duyulası anılarındandır.
-Öyküye geçişiniz nasıl oldu?
Başlangıç diye belirttiğim aynı yıllarda şiirlerim yanında öyküler de yazıyor, yayımlatıyordum. Şiirle de beslenen ve şiire yakın bulduğum öykü türü, gözlemciliğimin, birikimlerimin de etkisinde beni heyecan verici kurgulama çalışmalarında yoğunlaştırdı. Türk Dili, Varlık, Çağrı, Hisar, Yansıma, Türkiye Yazıları ve daha pek çok edebiyat dergisinde özellikle öykülerimle daha çok tanınmaya başladım. Arada iki üç de ödül alınca artık “öykü” vazgeçilmezim oldu. Şiir, elbette yaşamım boyunca yüreğimde demini alan lirizmiyle hep gündemde…
-Celal Özcan’ın göz ardı edilmemesi gereken ressamlığı da var… Resim ve öykünün birbirlerine olan katkıları üzerine neler söylemek istersiniz?
Resim, hele özellikle de “suluboya resim” benim daha ortaokul yıllarından beri yaşamımın en önemli vazgeçilmezlerindendir. Picasso’nun çok tuttuğum bir değerlendirmesinde de belirttiği gibi, “Hemen her resim çalışması bir öykü oluşturma serüvenidir. Başlangıçtaki planınızı alt üst eden etkisiyle sizi yüreğinizden yakalayıp kendi ardında sürükler ve bir bakarsınız ki, sonuçta, önceden hiç de düşünmediğiniz bir yapıt çıkmıştır ortaya” der… Evet aynen öyle. Öyküdeki ‘kurgulama’ gibidir resim yapmak da… Üretme sürecinde yaşattığı heyecanlarla… Öykü için gözlem ve kurgulama becerisi nasıl ki vazgeçilmezdir, resimde de gözlem ve yaratmaya yönelik kurgulama işçiliği o denli bir özellik taşır.
-Celal Özcan edebiyat dünyasının önemli öykücülerinden birisi… Fakat 1983 yılından “İstafiller Oldu mu” adlı kitabınızın yayınlandığı 2010 yılına kadar hiç kitabınız yayınlanmadı. Bu uzun aranın nedenlerini açıklar mısınız?
Söz konusu süreçte ben dergilerde gene öyküler, şiirler yayımlatmaktaydım. Çok yoğun olmasa da… Ancak 1984 yılında Erenköy Kız Lisesi’nden emekli olmuş ve aynı yıl St Georg Özel Avusturya Lisesi’yle sözleşme imzalamıştım. Bu okulda harika bir sanat ortamı vardı. Avusturyalı birer ünlü ressam da olan resim öğretmenleriyle aynı çatı altında çalışıyorduk. Ben elbette edebiyat derslerine giriyordun. Ne var ki söz konusu arkadaşların resim sergileri açışları ve özellikle de suluboyaya karşı olan yakınlıkları beni etkiledi. Bazı çalışmalarımı gördüler ve beni ısrarla yüreklendirdiler. Derken bazı ünlü suluboyacı ustaların atölye çalışmalarına da katıldım. Derken öylesine içine girdim ki resim olayının, artık daha çok resim yapıyor, sergiler açıyordum. Resimlerim de oldukça ilgi görüyordu. Bu kapsamda bugüne dek birisi Avusturya’da olmak üzere toplam 25 sergim oldu. (Yarısına yakını karma, diğerleri kişisel olmak üzere.) Bu kapsamda daha d ileri giderek bir de resim atölyesi açtım. 3-4 yıl sürdü bu atölye çalışmalarım. Fakir Baykurt ağabeyden Almanya’dan gelen mektuplu eleştiriler ve diğer bazı usta edebiyatçı dost ve ağabeyin de “Neden öyküye devam etmiyorsun?” soruları ile tekrar yazmaya başladım. Ve bu başlangıçla beraber üç kitap oluşuverdi. Bir öykü (İstafiller Oldu mu); bir roman (Toprağım Teos, Can suyum Ege); bir semt kitabı: (Gözbebeğim Göztepe)
-“İstafiller Oldu mu”dan da söz edelim. Yeni kitabınızda 1924 Nüfus Değişimi sürecinde iki ülke halkının yaşadıklarını anlatıyorsunuz. Kitabınızı okudum. Anlatımdaki samimiyet ilk anda dikkat çekici…
Sevgili annem ve ailesi 1924 “mübadele”sinde Yunanistan’dan Türkiye’ye zorunlu göçe bağlı olarak gelenlerdendir. 2 yaşındaymış geldiğinde. Ben onların içinde büyüdüm. Kendilerinden Rumca da öğrendim. Çünkü yaşlılar Türkçe bilmiyorlardı. Sözünü ettiğiniz kitap, içeriğindeki 14 öyküyle “mübadele” serüveni ve sonrasına ışık tutan kurgulamalardır. Kısa zamanda ikinci baskıya da geçen kitabım üzerinde gazete ve dergilerde oldukça övücü değerlendirmeler beni derecesiz mutlu kıldı.