‘Yazmak karşılıksız bir sevdaya benzer!'

Attilla İlhan Roman Ödülü’nün sahibi Necati Tosuner için Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından, uzun yıllar yaşadığı Kadıköy’de bir gece düzenlenecek.

06 Haziran 2014 - 11:32

Kadir İNCESU
Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından Kadıköy’ü mesken eyleyen yazarlarımızdan Necati Tosuner için 12 Haziran 2014 Perşembe günü, Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Emek Edebiyat Günleri” kapsamında bir gece düzenleniyor. “Bir Uzun Yol Öyküsü: Necati Tosuner” etkinliğinde birçok yazar Necati Tosuner’i anlatacak.
Biz de bu özel geceyi vesile bilip, Bostancı’daki Hatay Restoran’da, onun adını taşıyan masada ve duvardaki fotoğrafların tanıklığında, yazarlıkta 51 yılı geride bırakmış Necati Tosuner ile hayata ve yazıya dair söyleştik.
 
-Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Nasıl bir evde yaşadınız?
Ben Ankara’da doğdum. 70 yıl önce evimizin olduğu semtin adına Balkeriz derlerdi. O günlerde kentin merkezlerinden biri olan Cebeci’nin hemen bir yokuş üzerindeydi ev ama kent, bizim oraya doğru biraz geç gelişti. O yıllarda gecekondu diye bir şey henüz başlamamıştı. Ama inşaat malzemesi pek az bulunduğu için, yeni dikilmiş meyve ağaçları arasında, gariban duruşlu bir küçük ev işte... Su, bahçedeki kuyudan çekilirdi ama eve elektrik gelmişti. Dıştan takılı, siyah elektrik düğmesine erişmek, büyümeyi gösterirdi. Elbette elektriği geç açmak gerekirdi, çünkü pahalıydı. Evlere su bağlanması epeyce zaman aldı. Birbirinden uzağa yapılsa da çevredeki evler çoğaldı. Bizim oraya çıkan yokuşun ortasına Tıp Fakültesi Hastanesi yapıldı, bir görsen, pırıl pırıl! Hani, ayıp oluyor diye Balkeriz’i değiştirdiler, Balkiraz yaptılar. Ama kimse iplemedi! Herkes yine Balkeriz dedi. Sonradan, yukarıda kışlanın oradaki konağın adını verdiler, Abidinpaşa dediler. Bugün de adı öyle. Benim “Çıkmazda”da anlattım o yılları.
 
-Anne-baba, aile yapısı nasıl?
Bir memur ailesi işte. Annem ve babam Kayseri-Develi’den gelmiş. Ciciannem de İncesu’dan. Belki akraba çıkarsınız!
 
-Yok, biz Malatyalıyız.
Tamam. Bizim evde babam annesinin sözünden hiç çıkmazdı. Büyükannem ne derse, o oluyordu. Bizde içli-dışlı denilir, halam ciciannemin ağabeyiyle evli. Bu da bazen özel durumlara yol açmıştır. Altı çocuk var evde. Ben en küçükleri. Benim büyüğüm kız boğmacadan öldü. Sonradan bir erkek kardeşim doğdu, yine altı çocuk olduk.
 
-Küçük bir çocukken ne olmayı hayal ederdiniz?
Evdekilerin yakıştırmasıyla, daha deniz görmeden kaptan yapıldım. Kollarda sırmalar falan... Hah, oysa hiç sevmezdim yıkanmayı! Yani, bu nedenle yazar olmuş değilim elbet...
 
-Çocukluğunuzda yaşadığınız hangi olay geleceğinize yön verirken etkili oldu?
4 yaşımdayken evdeki tavandan asılı salıncaktan düştüm. Şimdi süreç diye çok moda bir laf var. Doğrusu, çok sancılı bir süreç oldu: Bütün çocukluğum ve ilkgençliğim sancılar içinde geçti. Yine de, vücut istediği biçimi aldı.
 
-Okula nerede başladınız?
Cebeci’de, Demirlibahçe İlkokulu. Hastalık nedeniyle geç başladım okula. Öğretmenim, Hayriye Hanım. Ben 5. sınıfa geçtiğim yıl Abidinpaşa’da ilkokul açıldı ama ben oraya gitmem diye direttim. Cebeci Ortaokulu var sonra. Atatürk Lisesi’ne başladığımda, evimiz Kızılay’a taşınmıştı.
 
-İlk öykünüz 1963 yılında Resimli Posta’da yayımlandığında neler hissetmiştiniz?
Boyum şöyle dört parmak uzamış gibi bir duyguya kapılmışımdır. Ama adımı yanlış yazmışlardı: Necati Tosunlar. Dört parmaktan daha fazla boy uzaması uygun görülmüyordu demek ki... Ama o da çok coşku verici bir şeydi benim için. Çünkü bir şey yapmak istiyordum. Ve bunun başladığını görebiliyordum. Nereye gidecekti bunu merak ediyordum yalnızca. Bu merak güzeldi.
 
-Hangi cesaret daha lise öğrencisi olan Necati Tosuner’i tek başına İstanbul’a getirtti?
Daha bıyıkları bile doğru dürüst çıkmamış bir çocuk, değil mi... Şu var: Bugün 70 yaşında olmak ve kambur olmak bir şey değil. Ama 20 yaşında olmak ve bir kambur olmak, bir rezalettir. Bu toplumda,-hele bu toplumun değer yargıları altında-kambur olmak, daha büyük rezalettir. Bunu değiştirmek için, yaşadığım yalnızlık duygusundan kurtulmak için, kendi başıma geldim, kendi yalnızlığıma sığındım. Lise kaydımı Pertevniyal’e aldım. Aksaray’da, Kafesçi İsmail Sokak’ta odun sobalı küçücük bir oda. 1964. Milliyet’te, Varlık’ta yazıyorum. Bunca yıl sonra o günlere bakınca, güzel bir fotoğrafa benziyor. İlk kitabımın adı niçin “Özgürlük Masalı” olmuştur?.. İlk kitabımın ilk öyküsünün adı da şöyle: “Yalnızlığa Övgü”.
 
-O dönemde hangi yazarlardan etkilendiniz? Sait Faik’i biliyorum...
Çocukluğumda, hiç kalkmadan aylarca yatmak zorunda kaldığım günlerde, kitap okumak, bir kurtarıcı alışkanlık olmuştur benim için. Ama bu alışkanlık, bilinçli bir seçmeye yönelik değildi. O nedenle, her rastladığım yazarı okudum ben. Sonraları, edebiyatı tanımak için sistemli bir okuyuş geliştirdim kendime. Sen öğrenmeye hazırsan, her yazardan öğrenecek bir şey bulabilirsin. Bir şeyin nasıl yapılması gerektiğini değil yalnızca, bir şeyin nasıl yapılmaması gerektiğini de okuyarak öğrenebilirsin. Ama söylediğin doğru: Sait Faik’in her zaman gönlümde ayrı bir yeri oldu. Yazmaya yeni başlayanlar için şöyle bir önerim vardır: Kendine bir yazar seç. Ama ondan farklı ol.
 
-Yıllar sonra Sait Faik Armağanı’nı aldığınızda neler hissetmiştiniz?
1999. “Güneş Giderken”. Ben ancak sekizinci öykü kitabımla Sait Faik alabildim. Bunu o zaman söyledim. Yalan yok!
 
-Yazmak sizin için bir kaçış mıydı? Sadece “kader” yeterli olmasa gerek yazmak için?
Kaçış olur mu? Derdin merkezine yolculuk! Dinsel anlamın dışında olarak, yazmayı bir kader diye adlandırmayı severim. Çünkü bütün bir ömrünü vermek gerekir. Bunun bir şeye yarayıp yaramayacağını da hiçbir zaman tam olarak bilemezsiniz.
 
-Yazmak canınızı acıttı mı hiç?
Ama öyle lafları sevmem ben. Yazarken çok keyif aldığını söyleyenlere de şaşarım. Acı çekerek yazılır. Ben öyle biliyorum. Yazınca mutlu olursun. O başka. Yazamazsan da acı çekersin. Karşılıksız bir sevdaya benzer bu bakımdan. Ama güzeldir. 51 yıl sonra bunu çekinmeden söyleyebilirim.
 
-Gençken bir de Almanya’ya gidişiniz var. Bunun en önemli kazancı “Sancı Sancı…”yı yazmanız olsa gerek. Bunun dışında başka neler kazandırdı Almanya size?
Yaşadığım başkaldırışın bir devamı gibidir. Bu konuda ben şöyle demeyi severim: Ben Almanya’ya gitmedim, Türkiye’den gittim! Genç adamın toplumsal yıkıntılarının onarılmasında çok yararı dokunmuştur Almanya’nın. “Sancı Sancı…” bunu başarılı biçimde anlatır. Türk Dil Kurumu Ödülü verilir bu romana. İki buçuk yıl sonra döndüğümde, yaşamaya karşı daha bir direnç kazanmış olduğumu söyleyebilirim.
 
-Son yıllarda hızlanan bir yazma süreci… Bu hızlanmada, kendinizi “biraz erken yaşlanmış” saymanızın da rolü oldu mu? 
E, bir bakıyorsun, iğdenin kokusu değişmiş sanki. Yahu, iğde çiçeğinin kokusu değişir mi?.. Peki, nedir değişen?.. Gençliğimde, 40 yaşını göremem diye düşünürdüm hep. Yani, öyle sanıldığı gibi bir telaş yok!
 
-“Kasırganın Gözü”, “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ve “Korkağın Türküsü”. Bu üçleme planlı bir çalışma mıydı?
Türkiye’de, şu son yıllarda yaşananlar konu edinildiği ve olaylar sona ermeden yazıldığı için, öyle en baştan planlı üç roman olamazdı. “Kasırganın Gözü”nü yazmamış olsaydım, sonraki romanlar da yazılmış olmazdı. Tarihsel akış bakımından birbirini izleyen ve bütünleyen üç roman yazdım. Sonradan yazılan romanın en büyük derdi, öncekinden farklı olmak derdidir. Böylece, üçlemenin kitapları birbirleriyle yarışan kitaplar oldu. Bu bakımdan da hoşnutum ben.
 
-Özellikle yeni romanınız “Korkağın Türküsü”nü nasıl değerlendirmek gerektiğine bir türlü karar veremedim. Şiir yazmadınız ama şiirsel metinleriniz var
Daha başlangıçta, derdimi anlatmayı dert edindiğim için, yazdıklarımda bir öykü kıvamı ağır basıyor diyebilirim. Kitapların o görülmeyen mimari yapısı da bu duygunun etkisinde belirleniyor çünkü. Bir de şu var: Yazarken, bir şiire çalışıyor gibi yazmayı severim ben. Yazdıklarımı-denetlemek için-yüksek sesle okurum. Bu arada şiirsel bir ses duyduğum olur. Ama şairleri kızdırmayalım: Yazdıklarım şiir değil. Hadi, biraz kızdıralım: Kötü şiir hiç değil.
 
-Fahrettin Demir sizin için yaptığı bir değerlendirmede “Tosuner’de hiç değişmeyen, belki de Tosuner’in yazın yaşamının özü diyebileceğimiz bir nokta var: Öykü, roman, tiyatro… Hangi tür olursa olsun tümünü içindeki çatlaktan sızdırıyor olması…” Bu nasıl bir çatlak ki bunca yıldır sızıyor?
Fahrettin Demir, Kocaeli’nde yaşayan bir edebiyat tutkunu olarak yazmaya çok emek harcadı. Ne yazık ki, onunla bir araya hiç gelemedik. Telefonda konuştuk birkaç kez, hepsi bu. Onun bu övgüsü için ben şimdi ne diyeyim ki, Kadir!
 
-Siz mi hayata borçlusunuz, hayat mı size?
Borçlu olan yok. Ama ben alacaklıyım desem çok yanlış olmaz.
 
-Ne zamandır Kadıköy’de yaşıyorsunuz? Kadıköy’de yaşamak size ne kattı?
1970’in ilk yıllarında Suadiye’de oturmaya başladım. Yazanlar Sokak. Okullar açılacağı zaman her yer ıssızlar, üç bakkaldan ikisi kapatıp giderdi. Leman Hanım ile evlenince de önce orada oturduk, sonra Feneryolu’na taşındık. Egemen Sokak. “Bir tatlı huzur...” Üsküdar Amerikan’da öğretmendi Leman, biraz da o nedenle bu yakada oturduk hep. Sonra ben emekli olmaya karar verince-biraz daha ucuzdur diye-Bostancı’ya taşındım. İşte, Hatay var Bostancı’da. Ama yürümekte zorlandığım için, eskisi kadar sık gelemiyorum.
 
-Necati Tosuner mutlu mu?
Yarın. Yarın daha mutlu olacağım.
 
“BİR UZUN YOL ÖYKÜSÜ: NECATİ TOSUNER”
12 Haziran 2014 Perşembe günü, Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde saat: 19.30’da Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından “Bir Uzun Yol Öyküsü: Necati Tosuner” etkinliği düzenleniyor. Gülsün Gökalp tarafından sunulacak etkinlikte Mustafa Köz, Egemen Berköz, Müren Beykan, Behçet Çelik, Leyla Ruhan Okyay ve Nalan Barbarosoğlu Necati Tosuner’i anlatacak. Semih Gümüş de etkinliğe bir bildiri ile katılacak. Etkinlikte Kadir İncesu tarafından hazırlanan bir slayt gösterisi de yapılacak. Ücretsiz etkinliğe tüm edebiyatseverler davetli!
Etiketler; Necati Tosuner

ARŞİV