Üniversite yıllarına yoğun bir şekilde okumaya, ardından da yazmaya başladı. İlk kitabını yayınlatabilmek için bir yıl beklemişti. Ama şimdilerde beşinci kitabıyla okuyucu karşısında.
Yazar Ece Erdoğuş Levi ile hem yazarlığı hem ‘Kadıköy’de yazmayı’ konuştuk.
Okumaya ve yazmaya hep meraklıydım. Üniversitedeyken okuduklarımla iş ciddiye binmeye başladı, okuduklarımdan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Özellikle şiir ve hikâye okumaları yapıyordum o günlerde ve bu hayatımın çok büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Birilerinin sesini duyduktan sonra, bu öyle büyülü bir şey ki kendi sesini duyurma ihtiyacını da doğuruyor. O derece saf ama çok büyülü bir yerden doğdu yazma isteğim. Ama tabii bunu yapıp yapamayacağım, daha doğrusu başarıp başaramayacağım o an için muallaktı. Sonrasında çok çalıştım. Defterlerce. Onları günün birinde imha etmeli miyim, saklamalı mıyım bilemiyorum. Sonrasında yavaş yavaş bir yola girdiğimi hissetmeye başladım, ilk kitabım Kolpa’yla. Yayımlanma süreci benim için sancılı oldu, çünkü bir yıldan fazla bekledim cevap alabilmek için. Ama bu böyle bir iş ve her başlangıç zor.
Beşinci kitabım Her Şeyi Baştan Anlat geçtiğimiz günlerde yayımlandı. 4 tane yetişkin, 1 tane çocuk romanım var. İlki 2009’da Doğan Kitap’tan yayımlandı, ismi Kolpa. Onu Yok Olma Kılavuzu (2011 Doğan Kitap), 2016’da İletişim’den Tuhaf Hikayeleri Sever misiniz? ve geçen sene hep kitap’tan yayımlanan çocuk kitabım Dünya İçin Bir Şans izledi.
“HER KİTAPTA BAŞKA BİR YOLCULUK”
Bu soruyu hiç sevmiyorum aslında, çünkü kitaplarımdan bahsederken her şeyi aynı kabın içine koymak, hepsini kapsayacak, açıklayacak ya da en azından tanıtacak bir kelime bulmak çok zor. Bu yüzden roman yazıyorum diyorum. Bu sefer “Ne yazıyorsunuz, ne anlatıyorsunuz?” deniyor… Her kitapta bir başka yolculuğa çıkıyorum. İlk kitabım yeni nesil bir gençlik hikâyesiydi, ilk aşk bunalımı biraz da. İkincisi bir intihar mektubu gibi okunabilir. Tuhaf Hikayeleri Sever misiniz?’de deli bir kızın bir yazarı kaçırıp zorla kendi hikâyesini yazdırmaya çalışması vardı, kendi yazınım adına farklı kurmaca teknikleri denemiştim. Çocuk kitabımsa, Dünya İçin Bir Şans sağda solda, sokaklarda büyüyen Suriyeli çocuklar için sessiz kalamayışımdı. Yine bir çocuğun gözünden savaşa bakıyordu ve çıktığı yolculuğun sonunda dünya için bir şans istiyordu.
Özlem 35’inde evli bir kadın. Her şey yerli yerinde hayatında ama kocasıyla ilişkisinde sıkıntılı. Bir tür psikolojik şiddet görüyor. Otuz beş yaş bunalımı yaşıyor. Bir adama âşık oluyor ve kendince bir dünya kurmaya başlıyor kafasında, adamın tarafında işin bambaşka olduğunu anlayınca da tabiri caizse fıttırıyor. Kendisini kaybediyor resmen ve gözlerini akıl hastanesinde açıyor. Sonrasında orada birbirinden renkli bir sürü insanla ve hikâyeleriyle tanışıyor. Nitekim onun yaşadıkları pek bir önemsiz kalıyor diğerlerinin yanında.
Kesinlikle. Kadının hikâyesini temize çekip kendi gücünü keşfetmesi, özgürleşmesi, kendi yolunu çizmesi temel mesele. Bu yüzden bir kadın romanı.
Ben çocuk kitapları dünyasını Masal’dan sonra keşfettim diyebilirim. Ve çok çok sevdim. Onun için kitap alırken kendim için de çocuk kitapları almaya başladım bir süre sonra. Bir de kitapları ona ben okuyorum tabii, nitekim çocuk kitapları hayatımın bir parçası. Nitekim çocuk kitapları yazmaya devam etmeyi çok istiyorum.
Tezer Özlü özel benim için. Türkçeyi bana sevdiren yazarlardan. Bu kadar yalın bir dille etkili olmak çok zor bir şey. Bir de hassasiyetinden, özgür ruhundan, romanlarındaki otobiyografik olduğunu düşündüğüm ayrıntılardaki zevklerinden de etkileniyorum her okuyuşumda.
YAZARLIK, ÇALIŞMA İŞİ
Mario aynı zamanda hocamdır. Tanıştığımızda elbette zaten yazıyordum, ama yazdıklarımın --tabiri caizse- terbiye edilmesine katkısı büyük oldu. Bunun bir esin işi olmadığını, esinin bu işte sadece parçalardan biri olduğunu, çalışmanın esas olduğunu onunla öğrendim. Bunu sadece söylediklerinden değil, onu görerek de öğrendim. Çünkü neredeyse 14 yıldır çok çalışkan, üretken bir yazarla aynı evi paylaşıyorum. İlk roman sürecinde ve ikincisinde okuduğum bölümler oldu. Öykülerimi de bazen okurdum ona. Son üç kitaptır roman bittikten sonra okuyor.
“EV, YAZIHANE GİBİ…”
Masal evdeyse sessizlik pek mümkün değil. Eskiden kütüphane ve yazı evi olarak kullandığımız Yeldeğirmeni’ndeki ev vardı. Moda’da otururken her şeyin elinizin altında olmaması zor oluyor, hele Mario geceleri çalıştığı için bu da başka bir güçlük. Nitekim yeni evimizde Mario’ya geniş bir kütüphaneyle çalışma ortamı sağlayan bir çalışma odası yaptık. O, oraya kapanıp saatlerce çalışıyor, bir çeşit mabet onun için. Benim masam salonda, Masal evde değilse orada çalışıyorum. Böyle zamanlarda, ‘ev yazıhane gibi oldu’ diye gülüyoruz. Bayağı aynı anda evde iki kitap yazılıyor, uzun saatler hiç konuşmadan kendi dünyalarımızda yaşayabiliyoruz. İkimizin de yazar olması müthiş bir şey bu anlamda. Çünkü yalnızlık gerektiriyor bu iş. Başka mesleklerimiz olsa kendimizi yalnız bırakılmış hissederdik herhalde ya da birimiz dışarıda başka program yaparken birimiz evde kalacaktı ki bu da her zaman olabilecek bir şey değil.
İsteriz tabii, mutlu oluruz günün birinde yazdığı bir şeyleri okumamızı isterse mesela. Babası da, ben de böyle bir kumaş görüyoruz onda. Masal bizi, özellikle de babasını çalışırken ya da kitap okurken o kadar çok görüyor ki… Muhakkak bu durumdan etkileniyor. Türkçeyi, daha dört buçuk yaşında olmasına rağmen çok iyi kullanıyor, hiç beklemediğimiz kelimeler kullanıyor. Geçen gün bir oyuncak almıştık, kuruyorduk beraber, “Anne, talimatlara bakmalıyız” dedi bana.
Aklımdaki tek şey yeni kitaplar yazmak. Böylece günün birinde kendi yazını olan, ismi söylendiğinde ona dair zihnimizde bir stil, çok tarif edilebilir bir şey değil ama bir duygu, bir ses oluşturan bir yazar olabilmeyi çok isterim. Yol uzun…
“KİTAPLARIMDA KADIKÖY HEP VARDIR”
Mario orada 99’da yaşamaya başlamış, ben 2005’te ilk kez geldim oraya. Kaba bir hesapla ben on, Mario on beş yıl yaşadı orada. 2015’te Moda’ya taşındık ama eski evi yazı evi gibi tasarladık. Ama dediğim gibi zor oldu, kütüphane ayrı ev ayrı. Üç yıldır da buradayız.
Moda derim. Çünkü ben Modalıyım diyebilirim. Aanneannem Selanik göçmeni ve 1930’larda ailesiyle Moda’ya gelmişler. Annem de burada doğmuş ve büyümüş. İkimiz de buradaki Kadıköy Kız Lisesi’nde okuduk. Annem evlendikten sonra taşınmış buradan ama yine de çok gelinirdi. Ben kendimi buraya ait hissediyorum. Nitekim Masal’dan sonra yeni bir ev düşüncesi oluştuğunda sadece ‘Moda’da yaşamalıyız’ dedim.
Benim hemen hemen bütün romanlarımda Kadıköy geçer, bu da tamamen kendi doğallığında gelişen bir durum. Kadıköy’ün bendeki iziyle, bana verdiği hisle ve buraya sevgimle ilgili tabii.
Son romanımda epey var. Akıl hastanesindeki karakterleri oluştururken Moda’nın sokaklarında sıkça gördüğünüz kişilerle bağlantı kurabilirsiniz. Ben tabii onları aslında hiç tanımıyorum, sadece pencereden görüyorum ya da sokakta birbirimizin yanından geçiyoruz. Onlara da yeni yaşam hikâyeleri yazdım. Böylece Moda, Her Şeyi Baştan Anlat’a epey sızdı.
Sokaklara sindiğini düşünüyorum burada yaşananların. Kadıköy o kadar canlı bir yer ki, geçmişten bugüne farklı dinlerden, kültürlerden, zengin, fakir, bohem, çeşit çeşit insana mekân olmuş. Bu kozmopolit yapı samimiyeti getiriyor bence. Kadıköy edebiyat dünyasındakiler, müzisyenler için biçilmiş kaftan. Cemal Süreya’nın, Haldun Taner’in yaşadığı sokaklardan geçmek bile heyecan verici…
Edebiyat dünyasından çok sayıda komşumuz var, sık sık karşılaşıyoruz. Birbirimizden haberdar oluyoruz. Zaman zaman da buluşuyoruz.
Mümkün tabii. Böyle bir şey yapsak keşke. ‘Ben varım’ diyeyim buradan…